Yeraltının ağır bir taşı yerinden oynamışsa eğer yerüstünde de bir şeyler değişiyor demektir. Falyalı’yı öldürmeyi zorunlu kılan bir konsept işlemeye başladı ve süreç yeraltında değil, yeryüzünde nihayete erecek.

Falyalı cinayeti: Yeraltından gelen uğultu

Görkemli bir saldırıyla öldürüldü Halil Falyalı. Uyuşturucu ticaretinden kumarhanelere; kara paradan yasadışı bahise; şantaj kasetlerinden güçlü siyasi ilişkilere, dönemin dört dörtlük bir figürüydü. Bir yapı taşıydı. Haliyle yok edilmesini, kalan taşların da yerinden oynayacağının işareti saymalı.

Uğur Mumcu, “Papa-Mafya-Ağca” kitabında iki cinayetteki ortak tetikçiden hareketle, iki dünyaya -yeraltı ve yerüstüne- aynı anda bakılması gerektiğini söylemişti. Suikastların bir ucu uluslararası silah ve uyuşturucu ticaretine bağlanırken; diğer ucu Türkiye’nin iktisadi ve siyasi sorunlarından çıkıp, Vatikan’da düğümlenmiş bir finans kapital krizine açılıyordu.

İki dünyayı aynı anda görebilmeyi şöyle tarif ediyordu Mumcu: “Dünya çapındaki sanayi ve ticaret alanı nasıl ki çokuluslu şirketlerin egemenliğindeyse, yeraltı ticaretine de çokuluslu güçler hâkimdir. Bu iki çokuluslu yapı, yeryüzünde bazı noktalarda bir araya gelir, ortak yolları kullanırlar.”

Yani yeraltı, yerüstünün yozlaşmasının bir ürünü değildir. Aksine ortak bir evrende, simbiyotik halde yaşarlar.

‘Türk mafyası’ da kendi karakterini, Türkiye’nin legal ticaretini belirleyen jeopolitik ve uluslararası mecburiyetler içinde kazandı. Belki bugün basit gelebilecek bu cümlenin, 1970’lerin çalkantılı zamanlarının ülkeyi kökten değiştiren bir sürece evrildiği günlerde yazıldığını unutmamalı. O yıllarda kurulmuş devlet düzeneğinde, iktisadi ve siyasi krizlerde ilk bozulan ve değiştirilen çarkların da daima karanlık yüze ait olduğunu hatırlamalı.

Dolayısıyla yeraltının ağır bir taşı yerinden oynamışsa eğer yerüstünde de bir şeyler değişiyor demektir. Falyalı böyle bir cinayet. Bir bakıma Türkiye’nin krizde kıvranan rejiminin patlamaya hazır huzursuzluğunun yeraltından gelen uğultusu.

Gelin biz yerüstüne bakalım. Orada hangi taşların oynadığının izini, Mumcu’nun Papa suikastında sorduğu sorunun rehberliğinde sürelim: Falyalı’dan önce neler yaşandı?

Biraz gerilere gidip, üç dönemin iki dünyasının iç içe geçmiş bir kara kalem eskizini çizmeye çalışalım önce.

***

2007’deki Cumhurbaşkanlığı seçimi kriziyle beraber, AKP-Gülen cemaati korporasyonunun devlet erkinde yürüttüğü tasfiye faaliyetlerine tekabül eden bir ekonomi politik değişim de başlıyordu. Askeri üretim başta olmak üzere özelleştirme ve kamu ihalelerinin rotasındaki sapma; yargı darbeleri; medyada el değiştirmeler; dışarıdan akan doların paylaşımı…

Petkim’in Socar’a satışıyla açılan Azerbaycan yolunun gaz vb. ile Türkmenistan ve Kazakistan’a uzanması; Irak petrolleri; Rusya ve Orta Asya’da kurulan ortaklıkların Dubai üzerinden devşirdiği yeni tip turizmci-inşaatçı zümresi…

Yerüstündeki yeni ticaret koridorlarından yeraltı da akıyordu. Antalya-Bodrum hattında Mübariz Mansimov, Telman İsmailov gibi oligarklar ultra lüks harcamalarıyla boy gösteriyor, Bebek caddelerinde Rus-Kazak-Azeri mafyası çatışıyordu. Lotu Guli’lerin, Rövşan Caniyev’lerin cirit attığını yeni öğrendik. Suriye ve Libya’nın açtığı legal/illegal pazar da muazzamdı.

2010 sonrasını ‘ustalık’ dönemi ilan eden Erdoğan’ın inşa etmeye giriştiği rejimin karakterini, jeopolitik avantajları da arkasına almış bu çok yönlü gelişmeler şekillendirdi. Yeraltı ve yerüstü, yeni inşa edilen rejimin yüzeyinde pek çok noktada buluşuyordu. Rejimin gücü bol paraya bağlıydı lakin bu müptelalık, aynı zamanda en zayıf yönüydü. Tulumbanın akması için nasıl ki önce su dökülmeliyse, başkanlığa giden yolu açacak ittifakların dayanacağı para makinesinin de işlemesi gerekiyordu. O makine 2013’lerde bozulmaya başladı çünkü.

Dış finansal imkanların daralmasıyla büyük sermayenin faiz üzerinden verdiği mesajları, Cemaat’le yaşanan iç kavgaları, MÜSİAD’ın öne çıkmasını beraber düşünmek lazım. Nitekim ittifak kavgaları 2015 seçiminde iktidar kaybını getiriyordu.

MHP’nin devreye girmesi ve 2016 Temmuz darbe girişimiyle açılan perde ise malum. Rejimin yeni mimarisini taşıyabilecek ekonomik altyapının finansman modeli, büyük oranda ‘nereden, ne geliyorsa gelsin’ anlayışına oturdu. İmar planları, arazi satışları, mega projeler ve kamu bankalarının kredi musluğu içeriyi besleyebilmek adına kaynakları kara delik misali yutarken; tulumbaya su, illegal ticaretten akıtıldı. Ülkenin boğazına kadar uyuşturucuya battığını görüyoruz bugün.

Bunun yanında FETÖ mallarının paylaşımı, Yalıkavak Marina’da görüldüğü üzere “çökme” vakaları, SBK tipi enjeksiyonlar, Malta hesapları dönemin alamet-i farikalarıydı. Sedat Peker’in “birlikte yaptık” diyerek anlattığı hikâye buydu. Saray iradesi altında toplanmış çok parçalı siyaset ittifakına uygun biçimde legal-illegal ekonomi de derebeyliklere bölünmüştü sanki. Yargı, emniyet, eğitimdeki tarikat/parti/Pelikan paylaşımının yanı sıra Soylu, Albayrak, Ağar ekipleri alenileşmişti.

Yerüstü yeniden şekillenirken, yeraltı da durmuyordu.

Paramount Otel, SBK’nin ilişkileri, Soylu’nun fotoğraf albümü iki dünyanın birlikteliğinin tezahürleriydi. Dışarıda ise bu hibrit makinenin işleyebilmesini sağlayacak, ‘her kaynağı’ dolaşıma sokan dört ana aks dikkati çekiyordu: Kazakistan-Ukrayna-Katar-Balkanlar.

Ticari ve diplomatik ilişkilerin yoğunlaştığı, ‘jeopolitik koz’ görülen bu ülkelerle Türk mafyasının ilişkileri de yoğundu. 60’larda silah, 70’lerde döviz, sigara, uyuşturucu dâhil her türlü kaçakçılıkla yerleşilen Balkanlar’a, 90’larda Kazakistan ve civarı eklenmişti. Katar ve Ukrayna ile kareyi tamamladı AKP.

***

KKTC, uluslararası para akışının yönetildiği bir ‘kumanda üssü’ olarak burada devreye girmiş görünüyor işte. 2016’dan sonra MASAK’ın kara para incelemesi için adaya ayak basıp sadece 7 otelin hesabında bulduğu milyonlarca doları keşfetmesiyle başlayan ‘bahisçi operasyonları’ aniden kesiliverdi. Pek çok ismin adadan Ukrayna ve Balkanlar’a hicret ettikleri söyleniyordu. Sonrasında Kolin, Kalyon, TOKİ atakları; seçimlere siyasi müdahale; Binali Yıldırım’ın ziyaretleri; Bilal Erdoğan’a yakın isimlerin yatırımları derken, illegal para akışının yönetiminin Falyalı’nın emrinde yeniden organize edildiğine ilişkin iddialar yoğunlaşmıştı. Peker’in yaptığı en güçlü vuruş da burayaydı zaten.

Falyalı kamuoyunda deşifre olur olmaz zaman öyle hızlandı ki, adeta ölümüne giden süreci canlı izledik. Dehşet kariyeri düşünüldüğünde sebep de azmettirici de bulmak zor olmaz. Kuşkusuz bir büyük el muhakkak vardır.

Ne var ki tıpkı Susurluk’a doğru işleri hızlandıran Ömer Lütfi Topal’ın öldürülmesinde olduğu gibi, ‘cinayet konsepti’ belirleyicidir daima. Çok şeyi gizleyip çarpıtsa da Susurluk Raporu’ndan çıkan ana fikir, Topal’ın yerüstü-yeraltı birlikteliğinin sürdürülemez hale geldiği noktada durduğu için öldürüldüğüydü. Meşru yollardan çözülemeyen rejimin siyasi ve iktisadi sıkışmasının zembereği cinayetle boşalmış, her iki dünyadaki sert hesaplaşmaların sonucunda Türkiye yeni bir rejime açılabilmişti. Bu açıdan Topal, tetiği çektirenden bağımsız bir ‘devlet cinayeti’ statüsündeydi.

Şimdi de iki dünyanın beraberce karakterini verdiği ‘hibrit’ başkanlık rejiminin tıkanmasına ve dayandığı kolonların sarsılmasına tanık oluyoruz. İki dünya da kaderlerini ortaklaştıran aynı olaylardan, aynı anda etkileniyor. ABD’den ‘dürtülerek’ patlatılan SBK irini, Türkiye rotalı kokain keşiflerinin yaygınlaşması ve nihayetinde Kazakistan ile Ukrayna’yı ‘güvenli alan’ olmaktan çıkaran uluslararası gelişmeler, yeraltını da yerüstünü de manevra yapmaya mecbur bırakıyor.

Kazakistan’da Çakıcı’nın Peker’in dostu Arman Dikiy (yeraltı) ile Saray’a yakın, neredeyse bütün Türkiye yatırımlarına eli değen Ziyatdin Kassanov’un (yerüstü) beraberce Rusya’nın hedefinde olması ilginç bir temsiliyet olsa gerek.

***

Falyalı niçin öldürüldü ve tetiği kim çektirdi? Ancak suç alanına doğru bilgiler ortaya çıktıkça yanıtını bulabileceğimiz bir soru. Ancak şunu iyi biliyoruz ki, Falyalı’yı öldürmeyi zorunlu kılan bir konsept işlemeye başladı ve süreç yeraltında değil, yeryüzünde nihayete erecek.