Başımıza gelen türlü belalardan sonra fark ettik ki…

Biz… Yerden kırıntıları toplarken kafasını sürekli kaldırıp indiren tedirgin kuşlar gibiymişiz. Kanatlarımızı şöyle açıp da bir gerinmemişiz. Bir yere varamazmışız ama koşar adım gidermişiz. Serap gördüğümüzü fark etmezmişiz. İnsana değermişiz de dokunmayı bilmezmişiz. Meğer birbirimize hasretmişiz...

Zamanımız dolmuş. Şimdi giderayak gibiymişiz. Caka satarken zayıflığımızı gizlemişiz. Her şeyi yaparız sanmışız da yürürken üstüne bastıklarımızı görmemişiz. Yalancı bahara kanıp da açan zayıf çiçekler gibiymişiz. Telaşımızdan suya erişememişiz. Her istediği hemen olsun isteyen çocuklar gibiymişiz. Hırsımızdan tırnaklarımızın dibini kirletmişiz.

İnsanlığın başına gelmiş böyle bir bela zamanı bile fark ettik ki...

Biz, zalimlerin pençesindeymişiz. Dünyadaki tüm küçük zalimler yaptıklarının zorbalık değil de birer zorunluluk olduğunu düşünür. Tam da bu yüzden onların sabit fikirlerini “vicdan” söylemiyle değiştiremezsin. Küçük zalimler, büyük zalimlerin onlara verdiği yetkiye dayanarak, bizleri şahitlerin huzurunda bir şeyler ilan eder. Bizim gibiler de iyi günde kötü günde, hastalıkta sağlıkta, terörist, hain filan olmadığını inatla tekrar eder.

Küçük zalimler, her zaman bir büyük zalim bulabilirler. Onların verdiği yetkiye dayanabilirler. Anne kocaya dayanır, koca belediyedeki nikâh memuruna… Nikâh memuru belediye başkanına, belediye başkanı hükümete… Hükümet polise, polis askere, asker devlete… Devlet ABD’ye, ABD tanrıya, tanrı tekrar anneye. Döngü bozulmadıkça bu böyle gider. Dayanma döngüsündeki geniş yığınlar hep birbirini destekler. Birbirlerinden kuvvet devşirirler. Böylece sana göre kötülük, onlara göre ödünsüzlük uzun sürer. Tüm işkencecilerin aslında sevecen birer aile babası olması da seni şaşırtmaya devam eder.

Hep aynı ses tonunda ama hep yüksek sesle konuşur küçük zalimler. Yani böyle şey gibi… Bir ev gezmesi sonunda, kapı ağzında gerçekleşen, anlaşılmaz konuşmalar gibi… Sanki akşam boyu hiçbir şey konuşulmamışçasına son anda ivedilikle olanlardan hani… Hızlıca, yalandan… Aynı tonda, bağırgan… O kakofoni içinde boğulup gidersin. Sesin yoğunluğundan çok, kalabalığın birbirini dinlemeden hep aynı tonda konuşmasından ürkersin.

Tüm bunlar arasında yine fark ettik ki…

Sarsıntıya sığınak gerekir ama inşa etmemişiz. Üstümüze başımıza düşenleri görmemişiz, gördüklerimizi de elimizin tersiyle temizlemişiz. Yedikçe semirmişiz, yedikçe semirmişiz de bir lokma koparıp vermemişiz. Biz insan biriktirmemişiz.

Şimdi beyaz odalarda mavi çizgiler içindeymişiz. Lizol kokusuyla gelen maskelerin ardından umutlu gözler beklermişiz. İnsandan kaçıp soluk alacağımızı sanırken şimdi bir nefesin hasretindeymişiz. Eline değemediklerimizin kuruyan parmaklarının özlemindeymişiz.

Hayatta daha beteri ne olabilirmiş bir insan için? Yalnızlıktan gayrı hangi felaket yıkarmış? Ettiğini bulmak! Meğer biz bunu bilmemişiz ey insanlık. Birbirimize sahip çıkmazsak biz, yalnız ölecekmişiz.