İslamcılığın neoliberal kapitalizm ile mutlu evliliği üzerine kurulu AKP iktidarı, sınıfsallığın kabullenilmesi ve hatta doğallaştırılması yönünde kayda değer bir eğilim yaratmış görünüyor. Özellikle eğitim düzeyi düşük ve ev dışındaki üretim sürecine dâhil olmayan kadınlarda yoğunlaşan bir şekilde, sınıfsal konumlar takdir-i ilahiye bağlanıyor.

Fark yaraları, içerleme ve 'isyan': Kabullenme-me
Fotoğraf: Depo Photos

Prof. Dr. Necmi ERDOĞAN

Yazı Dizisi: Günümüzde Yoksulluk Halleri, Mülakatlar ve Notlar

Daha önce yazdığım kimi metinlerde, sınıfsal fark, hiyerarşi ve eşitsizliklerin tümüyle içselleştirilememiş bir tarihsel travma, kapanmayan bir yara olarak tecrübe edile geldiğini öne sürmüştüm. Ancak Türkiye kapitalizminin gelişimi ve sermayenin hükmünün yarattığı ideolojik-politik iklim, “fark yaralarının” bu tecrübesinin -Bloch’un kavramıyla “kültürel artık” ise de- bir sabite olarak aynen devam etmemesine ve dönüşmesine yol açıyor. Bu araştırmanın bu açıdan en önemli bulgusu, siyasal planda söz konusu olan yarılmaya paralel bir şekilde, bir tarafta keskinleşmiş olan sınıfsallığı bu geleneği sürdürerek içerlemenin, diğer tarafta ise sınıf farkını sindirmeye veya kabullenmeye meyletmenin olduğu iki karşıt eğilimin söz konusu olduğudur. Ancak bu eğilimlerin mutlak olarak ayrışmadıklarını, ikinci eğilim hiç olmadığı kadar bariz hale geliyorsa da, sınıfsallığı doğallaştırmaya yönelenlerin de onu tümüyle içselleştiremediklerini söyleyebiliriz.

ZENGİN VE YOKSUL: SINIFA BAKIŞ, SINIFIN BAKIŞI

Mülakatlardaki anlatılara bakarsak, sınıf ilişkilerinin zenginlik-yoksulluk üzerine kurulu ampirik -gündelik, sınırlı tecrübeye dayalı- bir eksende anlamlandırılmaya devam ettiğini görüyoruz. Öncelikle, söylem üretme araçlarından yoksunluk hissi ve kendini dilsel ve zihinsel olarak yetersiz addetme sınıfsallıkla ilgili sorulara verilen cevaplarda sık sık karşımıza çıkıyor. Sözgelimi, zenginlik ve yoksulluğun nedenlerine ilişkin olarak şöyle ifadelere çok rastlıyoruz: “Ona gafam ermez abi” (Salih); “Hiç bilmiyorum. Pek fazla bi şey diyemiyecem” (Yasemin); “Hiç bilmiyorum abi. O tarafına hiç kafamı yormadım… Aklıma hiçbi şey gelmiyo onunla ilgili” (Şahin); “Altında bi sebep yatıyodur illa ki… Benim bi fikrim yok” (Ayşe). Şahin’in yoksulluğu neye yorduğu sorusuna verdiği ““Maddi durumlar” cevabındaki totolojik betimleme, zenginliği konuşurken sonuçları nedenler olarak düşünmede de görülüyor: Zenginler için, Yasemin bu defa “Çalışıyolardır bi şekilde, geliri vardır” derken, Adalet de ona benzer şekilde “Bi işi gücü var da zengin oluyo” diyor. Öte yandan, ampirik bilinç zengin nitelemesinde de kendini gösteriyor. Örneğin Ayşe “annesi babası belediyede çalışanları,” Şermin de “evinin ihtiyacını dört dörtlük görenleri” zengin kabul ediyor.

Yoksulluk Halleri’nde sözünü ettiğim sınıf ilişkilerinin göz merkezli bir dikey hiyerarşi olarak tecrübe edilmesinin de devam ettiği görülüyor. Zenginlerin aşağılayıcı ve ezici bakışının nesnesi olmayı içerleme mülakatlarda sıklıkla dillendiriliyor: “Hor görüyolar” (Azime); “Tepeden bakıyo, alay ediyo” (Seda); “Garibanı her zaman aşağılıyo” (Musa); “Yüksekten konuşuyolar, seni beğenmiyolar ki” (Orhan); “Seni görmüyo ki, insan yerine, insan sıfatına goymuyo bile!” (Fuat). Ancak bu bakış ilişkisinin birçok durumda gerçek bir sınıf karşılaşması tecrübesine dayanmadığını da belirtelim. Nitekim Orhan “zenginlerin yüksekten bakmalarının” “insanın zoruna gittiğini” söylese de, “Bi kere seninle işi olmuyo ki” diyor. Zeynep de, zenginleri nerede gördüğü sorusuna “Genelde televizyonda ya da sosyal medyada” cevabı veriyor. Yoksulların hemen her konuyu somut tecrübeler veya gündelik hikayelerle düşünme ve anlatma üzerine kurulu dili, zenginlik bahsine gelince birçok durumda bu özelliğinden uzaklaşarak soyut ve gayrişahsi bir hale geliyor.

Merhametli veya insancıl (“iyi”) zenginlere atıflar varsa da, bu karşılaşmalar genellikle fark yaralarını kanatan durumlarla anlatılıyor. Gökhan, zengin müşterinin kaba konuşarak kendisini ezdiğini ve kredi kartını suratına fırlattığını anlatıyor; Necla, evine temizliğe gittiği İmam-Hatip hocasının kendisine yemek vermezken yemeğini alıp odasına çekildiğini, “sokakları hep kedi köpek mamaları dolu” olan Çankaya gibi yerlerde “kediye köpeğe bakmaya gelince ölen” zenginlerin yanlarından geçerken başı kapalı olduğu için “Ya bunlar burda ne arıyolar” diyerek kendisini aşağıladıklarını, o yüzden de öyle yerlere gitmek istemediğini söylüyor. Aynı işi yapan Gönül ve Azime de çalıştıkları evlerde yemek verilmemesine güceniyorlar. Trafik ışıklarında mendil satan Yaşar, kendisini görünce arabasının camını kapatan ve “dönüp de bakmadan” el işaretiyle kendisini kovanları görünce üzüldüğünü ama “kafayı takmamaya çalıştığını” anlatıyor. (“Aslında kafama yer ediyo o hareket de, o dakka sonraya atıyorum” cümlesi ise, bizi önceki bölümdeki “sabır taşı” bahsine götürüyor.)

Girişte söz ettiğim eğilimlerden ilkine gelirsek, genellikle AKP iktidarına yönelik -ezici çoğunlukla da ekonomik krizle ilgili- eleştiriyle iç içe geçen bir sınıfsallık itirazı ile karşılaşıyoruz: “Bu fakirliğin sebebi başlı başına devlet” (Zeynep); “Fakirliğin nedeni Cumhurbaşkanı’nın yanlış olayları” (Haydar) vb. Bu itiraz hemen her durumda zenginliği gayrimeşru kazançla özdeşleştiriyor: “Çalmasa zengin olmazdı” (Musa, Murat); “Çalışmaylan değil. Çalmayla, çırpmayla” (Şükrü); “Çok laf yalansız, çok mal haramsız olmaz” (Sadettin); “Helal gazanan adam zengin olamaz. Zengin olan adama kesin bi gatkı var” (Fuat); “Genellikle kul hakkı yiyerek zengin oluyo” (Necla); “Zengin çalıyo. Şu A 101’ler kimin?.. Zengini zengin eden gine o. Sayın Tayyip Erdoğan” (Oğuz) vb. “Görünür” olmayan üretim ilişkilerinin yer bulamadığı ampirik bilincin dillendirdiği bu zengin imgesi, sömürüyü “kul hakkı yeme” ile eşitleyerek, serveti ahlakileştirmeye meylediyor.

Buna karşılık, İslamcılığın neoliberal kapitalizm ile mutlu evliliği üzerine kurulu AKP iktidarı, sınıfsallığın kabullenilmesi ve hatta doğallaştırılması yönünde kayda değer bir eğilim yaratmış görünüyor. Bu eğilimin, söz konusu evliliğin iki tarafından gelen, biri öznel veya irade eksenli, diğeri de dinsel veya ilahiyat eksenli iki kipi var. İlki yoksulluğu yoksulların kendi kişisel yanlışlarına, iradesizliklerine, “cahilliklerine” bağlayan, kendi kendini suçlayıcı bir söylem. Sözgelimi, Roman olan Yunus, “Gerçekçi olmak istersek, yoksulluğun sebebi kendimiziz. Baştan ana baba okutmamış, çalıştırmamış, bi işe koymamış. Benim oğlum için de geçerli olacak“ diyor. Şermin için de yoksullar, “Çalışmadığı için, okumadığı için, düşünemediği için fakir oluyo.” Devran, zenginliğin kaynağı ve zengin-yoksul farkının normal olup olmadığı sorularına “Bilmiyorum” cevabı verse de, aynı açıklamaya yöneliyor: “Gece gündüz çalışanla çalışmayan insanın arasında elbette bi fark vardır. Veyahut ikisi de çalışıyosa biri doğru mantıklı yatırımlar yapmıştır, biri yapmamıştır.” Yoksulluğun “biraz da cahillikten geldiğini” düşünen Halil de, ona benzer şekilde, önce zenginliğin nedeni için “Ona bi şey diyemiyom abi” diyor, sonra da zenginlerin “kafalarını kullandıklarını,” “çalışıp mücadele verdiklerini” söyleyerek kendini suçluyor: “Ben şimdi kafamı kullanmış olsam içki içmemem lazım… Biraz mücadele vermem, birikim yapmam lazım. Ama kafa işte bu kadar basıyo abi.”

Ancak bu seküler kabullenme kipi muğlaklıklar ve çelişkiler de içeriyor. Sözgelimi Devran, zengin-yoksul farkına hiç öfkelenip öfkelenmediğini sorduğumda, “Elbette çok oldu hocam. Bazen doğanın ya da dünyanın oluşumuna baktığım zaman diyom ki, hayvanların insanların hepsinde bi yanlışlık var” diyerek sınıfsallığa itiraz da ediyor. Cavit de, “Dünyanın kanunu zaten, illa üst düzey alt düzey olacak” dese de, “ama alt düzey gerçekten çok altta bi düzey ya” diyerek uçurumun derinliğine itiraz ediyor.

Bu kabullenme kipi açısından, görüştüğüm iki genç kızın anlatıları dikkat çekici: Lise öğrencisi Ceren, zenginlik için “Normal görüyorum. Sebebi de çalışmaları” diyor. Okuldaki zengin arkadaşları karşısında ne hissettiği sorusuna da, “gerçekten hiçbi şey hissetmiyorum. Normal geliyo bana” şeklinde şimdiye kadar pek rastlamadığım türden doğallaştırıcı bir cevap veriyor. (Yine de kendisinin intihara teşebbüs etmiş olması ve Çayyolu’nda oturan ve avukat ve doktor kızı olan bir okul arkadaşının “Yenidoğan-Çinçin tarafına” gelmekten korkmasından söz etmesi “iç dünyasında” çelişkiler yaşadığına işaret eder görünüyor.) Palyaçoluk yapan üniversite öğrencisi Hale ise, gördüğü çocuklarla kendi kardeşleri arasındaki fark için “hiç adaletli değil” dese de, önceden çok üzüldüğü bu farkı “bi süre sonra kabullenme evresine” girdiğini, “değiştirilemez olduğuna artık şey yapabildiğini” söylüyor. Sınırlı da olsa bu örnekler, sınıfsallığın doğallaşmasının gençlik içinde daha belirgin olabileceğini akla getiriyor.

Kabullenmenin dinsel kipine geldiğimizde, AKP dönemi İslamcılığının, yoksullarla kurduğu ilişki güçlü bir ideolojik kapsamadan uzak olsa da, toplumsal eşitsizliklerin dinsel olarak haklılaştırılması yönünde bariz bir eğilim yarattığını görüyoruz. Siyasal-kültürel yoksunluk koşullarına mahkûm edilen ve sol-eşitlikçi seslerin kendilerine ulaşmadığı yoksullar, “ellerinde kalan” dinsel kültürel geleneğin hâkim kılınan yorumuyla sınıfsallığı kabullenir görünüyorlar. Nitekim, özellikle eğitim düzeyi düşük ve ev dışındaki üretim sürecine dahil olmayan kadınlarda yoğunlaşan bir şekilde, sınıfsal konumlar takdir-i ilahiye bağlanıyor. Sözgelimi Şermin, “Ya bilemiyom, bunda da bi hayır vardır diyom, şükrediyom bazen. Allah’ım bunda da bi hayır vardır diyom, sen benim kötü olduğumu istemezsin…” diye konuşuyor. Menekşe, yoksulluğun nedeni sorusuna, “Ben de bilmiyom… Vallahi benim aklım sırrım ermiyo. Cenabı Allah’ım verdiğine veriyor, vermediğine vermiyor deyim… Büyükler ne derler, fakire Allah çocuk, zengine de para verir” diye karşılık veriyor. Berfu, zengin-fakir uçurumunu normal bulmasa da, “Hepsi imtihan. Fakirlik de, zenginlik de hepsi Allah’tan geldiği için yapacak bi şey yok” diye düşünüyor. Filiz, oğlunun görüşmeye gelecek olmamızı gururuna yediremediğini ve çocuklarını okula formasız göndermek zorunda kaldığını söyleyerek ağlarken bile, yoksulluk için “Yine de çok şükür inan, Allah böyle yapmış” diyor. Kanser hastası olan ve hurda toplayarak geçinmeye çalışan Zühre ise, yanı başlarındaki apartmanlarda oturanlar için “Bir gün ben onların yerine geçsem, onlar da benim yerime geçse…” diyerek hiyerarşinin tersine çevrilmesini hayal ediyor. Ancak hemen ardından “Allah’ın yapısı bu. Ne yapacan? Aha bu harabalarda oturuyok, gene de çok şükür” diyerek takdir-i ilahiye teslim oluyor. Onun akrabası olan Adalet ise, “(Allah) onlara veriyor. Biz de böyle çekiyoruz ama o da Allah’tan. Kader diyoruz geçiyoruz işte. Ne diyeyim? Gidip hırkızlık yapacak halim yok, adamları soyacak halim yok. Allah veriyor ne yapayım?” diyor; niye kendisine vermediği sorusuna ise “E vermiyor. Gidiyim yakasını mı tutayım gurban olduğum Allah’ın, napayım?” karşılığı veriyor. Erkan da, “O Allah vergisi tabii ki. Cenabı Allah birine veriyo, birine vermiyo. Vermeyince isyan da edemezsin, isyan edinci Allah’a karşı şart goyuyosun. O da bizim haddimiz değil” diye düşünüyor. Kimileri ise, zenginlerin de sağlık gibi dertleri olduğunu söyleyerek, Allah’a şükrediyor (Serpil, Nesrin).

Dinsel dilin bu anlatıların hemen hepsinde neredeyse yalnızca sınıfsallık bağlamında devreye giriyor olması, hem “halk dininin” mevcut hali ve hem de egemen ideolojinin etkisi açısından semptomatik görünüyor. “Aklın sırrın ermemesi,” “Allah’a şart koşma,” “kader deyip geçme” vb. ifadeler ise, haklılaştırmanın bastırdığı çelişki ve gerilimlerin semptomları sayılabilir. Bu bakımdan, sınıf farkının doğal veya ebedi sayanlar tarafından bile içerlendiğini, “sosyal adaletle” yumuşatılması “dileği” açısından sözünü ettiğim iki eğilimin ortaklaştığını vurgulayayım.

“İSYAN ETME”: “MAHŞERDE HESAPLAŞMA” VE “DÜNYA İMTİHANI”

Ekonomik krize kitlesel protestolar veya “sosyal patlama” şeklinde tepki verilmemesi malum siyasal konjonktürle doğrudan ilgili elbette. Ancak, önceki bölümde tartıştığım içe göçmede sınıfsallığı anlamlandırılma biçimlerinin rolünü de ele almamız gerekiyor. Bütün mülakatlar arasında isyanı bir olasılık olarak dillendiren neredeyse tek kişi olan Selcan, “İnsanların canı burnunda, çok az kaldı, o da olacak, ayaklanacak insanlar” demesine karşılık, eşi İrfan, “Bizim gibiler… bunu da kaybederim diye korkuyo. Sahip çıkanı yok ki, ne yapsın ya?” diyerek bu olasılığı geçersiz kılıyor. “İsyan” sözcüğü, kimisinde benim kullanmamla birlikte olmak üzere birçok mülakatta geçse de, sözlük anlamıyla “ayaklanma” veya “başkaldırma” eylemini değil, varoluş koşullarına “tepki duymayı” -ama “duymayı”- ifade ediyor. Bu nedenle de, önceki bölümde ele aldığım “hislerden” biri olduğu ve eşitlik veya adalet yakarışına ya da “yaradana şikâyete” indirgendiği ölçüde, içerleme sınırlarını aşmıyor. Örneğin, “Benim de şöyle bi sözüm var bu dünyaya dediğin bi şey var mı?” soruma, Müslüm Gürses’e atıfla cevap veren Halil, “Yakarsa dünyayı garipler yakar” cevabı veriyor ama “Gerçekten garipler yakar mı?” sorusuna da, “Ya garipler yakamaz da, işte biz öyle diyoz” diyerek gerçekleşeceğine inanmadığını ortaya koyuyor. Ama ardından da “Garip içten bi ah ederse, bi beddua ederse gerçekten yakar… İşte şu başımızdakilere diyom bak. Şunlara iyi bi beddua olursa gerçekten yakar, n’olduğunu anlayamazlar yani.” Zaten beddua edip etmedikleri sorusuna da, gülerek “Tam toplu halde edemedik heralde. Koro halinde etmemiz gerekiyo“ diye cevap vererek şakaya vuruyor. Böylece isyan beddua veya seslenme ile özdeşleşiyor.

Yoksulluk Halleri’nde, mahşeri veya ahiretçi bir eşitlik ve kurtuluş inancının yoksulların siyasal teolojisinin merkezi bir öğesi olduğunu vurgulamıştım (Krş. Kıvılcımlı külliyatı). Bu çalışmada da, aynı inançla sıklıkla karşılaşıyoruz. Sözgelimi Seda, “Kıyamet yaklaştı... O zenginlerin başı aşağıya gelecek abi! Ben aşağıdaydım zaten, onlar da tavandan dibe çökecekler” diyor. Benzer şekilde, bir dönem IŞİD’e katılmış olan Kamil’in zenginlere olan kini de böyle bir mahşeri hesaplaşmaya bağlanıyor: “Yarın bigün bi de bu toprağın altı var. Babası Ezrail olsa daha kaç sene yaşayacak?.. Bu dünyada alamadığımız haklarımızı öbür dünyada alacaz.” Selim de, zenginler için, “Onlar bu dünyada zenginler. Ama öbür dünyada biz onları geçeriz zenginlik olarak paraya tapmadığımız için” diyor. Bu inanç, bu dünyada kurtuluşu tasavvur etmekle bundan umudu olmamak arasında gidip gelen seküler bir düşünüşle de eklemlenebiliyor. Örneğin, Gönül, “topladıkları paralar haram, zehir zıkkım olsun” diye beddua ettiği muktedirlerle hesaplaşmanın, çok güçlü oldukları için “öteki dünyaya” kalacağını düşünüyor. Kızı İpek de, “kötü yollardan para kazananlarla hesaplaşma” için, “gerek bu dünyada, gerek öbür dünyada” kaydını düştükten sonra “Yüksek ihtimal orda” diyerek bunların “asla düşmediklerini” kabul ediyor. Kendilerini solcu olarak tanımlayanlar bile, öte dünyaya havale etmenin anlamının bilinci ile umutsuzlukla buna devam etme arasında salınıyor. Bir zamanlar Devrimci Yol sempatizanı olmuş olan Yenidoğanlı Ramiz, bir taraftan “Dünyanın en zenginlerinden biri fakirleri cennete cehenneme inandırmasak bizim işimiz zor demiş. Şimdi biz n’apıyoz, Allah’ım diyoz…” derken, diğer yandan “yaşamayı öbür tarafa bıraktıklarını” söylüyor. Eren de “Yok, bu dünyada olmaz. Gücün yetmez abi, bu dünyada para yapan kişiye gücün yetmez” diyerek umutsuzluğunu dillendiriyor.

Böylesi bir düzleme anlayışı içermese de, maruz kaldığı haksızlıkların hesabını Allah’a havale eden yerleşik “halk dini” tavrıyla da sık karşılaşıyoruz. Örneğin, Salih, polis kurşunuyla yaralanması için “Hakkımı helal etmiyom hocam. Rabbime havale ediyom” derken, “elinden de bi şey gelmediğini” düşünüyor. Reha da alacağını ödemeyen patronu için “Helal etmiyorum. Allah öbür tarafta çıkartır… Ya bu dünyada görecek ya öteki dünyada görecek” diyor ve “Bu dünyada nasıl görür?” soruma “Yolda giderken bi kaza yapar, al gitti işte!.. Allah’ın işi. Allah’ın sopası. Allah’a güvencim sonsuzdur” cevabı veriyor. Ancak Reha’nın bir başka bağlamda sorduğum “Allah’a mı havale edicez bütün işleri?” sorusuna verdiği “Allah yapcak değil ki bizim işimizi. Yaşamak için bi şeyler yapmak zorundayız yine. Ayakta kalmak için bi şeyler yapmak zorundayız” karşılığı, popüler bilinçte saklı kalan çelişkileri de gösteriyor.

Yukarıdaki gibi ilahi adalet eksenli bir dinsellikten görece de olsa farklı bir dinsellik, ağır yaşam koşullarından memnuniyetsizliğin kabullenmeye bağlanmasında ortaya çıkıyor. Öyle ki Yoksulluk Halleri’nde ele alınandan çok daha yoğun bir tevekkül, şükür ve takdir-i ilahi anlayışı, toplumsal-sınıfsal eşitsizlik, adaletsizlik ve sömürüye karşı tepkilerin etrafına duvar çekiyor. Yani “suni dengede” kritik bir rol oynuyor. Sözgelimi, Orhan, bir yandan “Mesela sen bey gibi yaşıyosun, ben açlıktan ölüyorum. Bu Allah’tan reva mı? Değil işte!” derken, diğer yandan da “Kaderimde fakirlik varmış” diyen eşi Arife’yi onaylayarak “Gaderimizse çektik işte” diyor. İşverenden tazminatını alamayan ve şahit bulamadığı için dava da açamayan Ferdi, “Hiç isyan etmiyon mu bu nedir böyle diye?” soruma “Hiçbi isyanım yok abi Allah’a şükür” karşılığı veriyor. Üzüldüğünü ama öfkelenmediğini söyleyen Büşra, içinden isyan etmek gelip gelmediği sorusuna “Yok, isyan etmem. Şükür diyoz yani, buna da şükür. Olduğu kadar, yapacak bi şey yok” cevabı veriyor. Oğuz ise, “Allah niye zengine öyle vermiş de sana öyle vermiyo?” soruma, “Abi şimdi diyom ya bu bi imtihan. Zengin… Çankaya’da içiyo. Namaz yok, abdest yok. Nasılsa bankada 3 trilyon para… Abi sen de n'apıyosun? Ha böyle gariban gariban sınanıyon. Allah seni sınıyo. Allah’ı inkâr mi etçen?.. Sen şükretcen” diyerek, sınıfsallığı Allah’ın sınamasına yorarak şükretmeyi vazediyor.

2000’lerin başlarında İslamcı kanallarda yayınlanan yardım programları, izleyicileri olan yoksulları ideolojik olarak şöyle “çağırıyordu”: “Önümüzde bir metanet ve sabır kapısı aralanıyor. Mustafa Bey, Eyüp peygamber gibi sabırla sınanmış, imtihan edilmiş. İsyansız bir tahammül ve tevekkülle doldurmuş hayatını.”* Yukarıdaki örnekler, bu çağrının kısmen karşılık bulduğunu gösteriyor. Ancak popüler bilincin kaçınılmaz olarak çelişkili ve “kaotik karakteri” (Gramsci) onun başarısını da sınırlıyor ki bunu siyasal söylemlerle kurulan ilişki bağlamında sonraki bölümde ele alacağım.

*Kimse Yok mu?, Samanyolu TV, 11 Şubat 2004.