Mussolini’nin İtalya’da hüküm sürdüğü yıllarda doğan Umberto Eco’nun da çocukluğu günlük hayat içinde karşılaştığı yabancılaşmalar, sorgulamalar ve küçük direnişlerle geçmiştir eminim.

Faşist tespit rehberi

Semiha Durak

Kendini dünyanın sahibi sanan insan, gökyüzünde dalgalar ve girdaplar yaratan kalabalık uçuşların, kendisi için tasarlanmış bir dans gösterisi ya da yağmur habercisi olduğunu düşünedursun; sığırcık kuşları, insanın bir türlü anlayamadığı varoluş bilmecesini çoktan çözmüş bana kalırsa. Yalnız uçmamaları gerektiğini bilirler ve bir aradalıklarını düşman aldatan, şarkılı, keyifli bir dansa dönüştürerek hayatta kalmayı başarırlar. En güzel hayatta kalma hikâyesi sıralamasında, birinciliği sığırcık kuşları almalıdır bu durumda.

Londra-İstanbul uçağında, hiç bitmeyecekmiş gibi gelen bir yolculuğun ortasında, yalnız uçuyorum. Sol yanımda Portekizce konuşan bir çift oturuyor. Çiftin erkek olanından hiç hoşlanmadım. Yanımdaki koltukta kolları ve bacaklarını açmak suretiyle yayıldıkça yayılıyor; bana ayrılmış bir koltuk genişliğindeki alanı da zapt etmeye çalışıyor. Kollarımla onu ittirip ben de yayılmayı düşünüyorum önce. Ama kendimi bunu yaparken hayal edince gülünç buluyorum, vazgeçiyorum. Uçakta okurum diye çantama attığım 51 sayfalık kitabı çıkarıyorum. Belki kafam dağılır.

İkinci paragrafta, “özgürlük kelimesinin anlamını 1943’te keşfettim” diyor yazar. Yanımdaki adamın gözlerinin kitapta dolaştığını hissediyorum o an. Kollar bacaklar yetmedi, şimdi de gözleriyle işgal ediyor alanlarımı. Sayfayı çeviriyorum, kitabın ismi sayfanın sol üst köşesinde beliriyor: “Bir Faşist Nasıl Tespit Edilir?” Yanımdaki adam aynı anda gözlerini kitabımdan çekiyor; kolları ve bacakları da kendi sınırlarında şimdi. Keyifleniyorum. Kitabın yazarı Umberto Eco’nun, uçağın penceresinden içeri bakıp gülümsediğini hayal ediyorum.

Çocukken katıldığı bir yarışmayı hatırlayarak başlıyor Eco anlatmaya. “Mussolini’nin ihtişamı ve İtalya’nın istikbali için canımızı ortaya koymalı mıyız?” sorusunu zeki bir çocuk olarak nasıl yanıtladığını anlatıyor. Lisedeyken katıldığım şiir okuma yarışmasını anımsatıyor bana. "Duygulu okuma yeteneğimle," okulumuzu ilçe çapında düzenlenen yarışmada temsil için seçilmiştim. Nasıl olduysa, öğretmen şiir seçimini bana bırakmış, "sakıncasız bir şiir olsun ama" diye uyarmıştı. Ertesi gün okula gidip seçtiğim şiiri öğretmenin şaşkın bakışları karşısında okumaya başladım:

Beşikler vermişim Nuh'a

Salıncaklar, hamaklar,

Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır,

Anadoluyum ben,

Tanıyor musun?

Utanırım,

Utanırım fıkaralıktan,

Ele, güne karşı çıplak...

Üşür fidelerim,

Harmanım kesat.

Kardeşliğin, çalışmanın,

Beraberliğin,

Atom güllerinin katmer açtığı,

Şairlerin, bilginlerin dünyalarında,

Kalmışım bir başıma,

Bir başıma ve uzak

Öğretmen şiirin burasında beni durdurup şiirin güzel, ama Ahmed Arif'in yarışmaya uygun bir şair olmadığını söylemişti. Ben şiirde bir sakınca göremediğimi anlatmaya çalışsam da dinletemedim. Sonunda şiiri okul yönetimi seçti; ben de başka şansım olmadığını düşündüğümden itiraz edemedim.

“Ey Sakarya'm sana mı düştü bu yük?” Şiiri büyük bir zevkle dinleyen Necip Fazıl sever bürokratların karşısında, sanki kendime söylüyordum bunu. Acaba son dakika sürpriziyle çıkıp Ahmed Arif okusaydım nasıl olurdu diye düşünüyorum bu aralar.

Ne İskender takmışım

Ne şah ne sultan

Göçüp gitmişler gölgesiz

derken o zamanlar daha asi olan saçlarımın isyanla dalgalandığını, ön sıradaki bürokratları öyle selamladığımı hayal edip keyifleniyorum. Gerçekleşmemiş ihtimaller, hikâyelerimizin en güzel versiyonları olarak kalıyor her zaman.

Her şeye rağmen, şiiri benimsemeden de olsa, "duygulu" okumayı becerebilmiş olmalıyım; ilçe birinciliğini okula kazandırmıştım. Ama o gün, kendimle arama giren yabancılaşma duygusu, birincilik ödülü olarak üniformamın üzerine iğneledikleri Cumhuriyet altınıyla birlikte ruhuma ilişmiş, yerleşmeye çalışıyordu. Buna izin vermemek için ikinci etaba, il çapındaki yarışmaya katılmayacağımı okula bildirdim. Okul müdürü katılmazsam diplomamı alamayacağımı söyleyerek tehdit etti, korkutmaya çalıştı. Umberto Eco'nun Mussolini'si varsa, bizim de Evren öncesi ve sonrası, hayatın her alanına sızmış faşist yönetimlerimiz vardı. Yine de inat etmiş, direnmiştim; İstanbul’a kendi sesimden Necip Fazıl okumadan ve de diplomamı alarak lise defterimi kapattım.

Mussolini'nin İtalya'da hüküm sürdüğü yıllarda doğan Umberto Eco’nun da çocukluğu günlük hayat içinde karşılaştığı yabancılaşmalar, sorgulamalar ve küçük direnişlerle geçmiştir eminim. Elimdeki kitabın ilk bölümünün başlığı olan Ur Faşizm (öz) kavramını ilk kez, dünya için kritik bir dönemeç olan 90'larda yaptığı bir konuşmada kullanmış. Faşist bir rejimin arketiplerini on dört maddede açıklayarak, faşizmin hangi biçimlerde karşımıza çıkabileceğini anlatıyor. "Biri çıkıp Auschwitz'i yeniden açmak istiyorum dese her şey çok daha kolay olurdu. Ama hayat o kadar basit değil. Ur-Faşizm, en masum görünüşlerin arkasına sığınarak geri dönebilir" diyor. Faşistlerin gerçek bir ideolojileri, felsefeleri yok, tek bir amaçları var; o da gücün sürdürülmesi. Her an her yerde karşımıza çıkabilir, fark etmeden hayatlarımızın içine sızabilir.

Kitaba tam da böyle kaptırdığım anda, uçağın arka taraflarından gelen gürültüyle irkiliyorum. Arkama döndüğümde yolculardan birinin uçarcasına başka bir yolcunun üzerine saldırdığını görüyorum. Saldırının nedeni, sarhoş olduğunu öğrendiğimiz yolcunun kendi kendine küfrederek çevresindekileri rahatsız etmesi. Sarhoş adam öylesine kaybetmiş ve kaybolmuş ki; sanki orada değil, ne olduğunun ne yaşadığının farkında değil. Hostesler uzun uğraşlara rağmen susturamadıkları sarhoş adamı plastik kelepçelerle bağlamaya karar veriyor. Bu yöntem elbette işe yaramıyor, adam eli kolu bağlı küfretmeye devam ediyor. Sonunda anons duyuluyor, kaptan konuşuyor: Münih'e zorunlu iniş yapıyoruz. Hepimizin şaşkın bakışları arasında uçağa bir anda dalan heybetli Alman polisleri, sarhoş adamın ağzını kapatıp uçaktan sürükleyerek indiriyor. Yaşlı bir sarhoşa karşı on polis! Adamın plastik kelepçelerle bağlanışı, sürüklenip indirilişi, bu arada birçok yolcunun telefonlarıyla olan biteni videoya çekmesi canımı sıkıyor ama yapabileceğim bir şey yok. Hostesler de haklı; uçuş güvenliği protokolünü işletiyor, polisler görevini yapıyor, yolcular içinden geçtikleri anın tanıklığını belgeliyor. Sarhoş adamdan hoşlanmasam da, onu bekleyen korkunç günler beni de geriyor; hiç ayılmasın istiyorum.

Bu arada olayın etkisiyle yolcular arasında bir yakınlaşma başlıyor; yanımdaki adam da benimle muhabbette. Brezilyalı olduklarını öğrenince, Lula'yı ve yaklaşan seçimleri soruyorum hemen. Adam Lula'yı sevmiyor; şaşırmıyorum buna. Neyse ki Bolsonaro'dan hoşlanmıyor, böylece Bolsonaro'nun diktatörlüğünden ve arkasındaki oligark desteğinden konuşabiliyoruz. Konu kaçınılmaz olarak Rusya-Ukrayna savaşına uzanıyor. Gübre üretiminde kullandığı potasyumu Rusya'dan ithal eden Brezilya da savaştan etkilenenlerden çünkü. Bütün dünya Ukrayna devlet başkanı Zelenskiy’nin cesareti, kahramanlığı, komedyenliğini tartışadursun; bu savaş ya da işgal hepimizin hikâyesinin seyrini değiştirecek bir yöne doğru gidiyor.

Kafa karışıklığı... Bu yüzyılın en büyük sorunu sanırım bu. Ukrayna işgalini Nazi işgaline benzeterek "haklı savaş teorisi" üzerinden silahlanmayı desteklemek ne kadar haklı ve doğru görünse de incecik bir çizgi gözden kayboluyor. Nükleer savaş ihtimaliyle distopya yakınlaşıyor. Kahramanlığını asla inandırıcı ve sempatik bulmadığım Zelenskiy sendika kapatan, aşırı sağcı bir lider olarak Eco’nun on dört maddede özetlediği faşist tespit rehberini kullanmak için uygun adaylardan biri. Putin, Bolsonaro ve diğerleri de öyle . Rehberin 11. maddesinde; "Ur-faşist ideolojide kahramanlık bir kuraldır, ama kendileri kahraman ölmek için sabırsızlanırken genelde diğer insanları ölüme gönderirler" diyor. Faşizmi maçoluk ve erkeklikle örtüştürdüğü madde ise şöyle; "Ur-Faşist, iktidar isteğini cinsel konulara yöneltir. Seks, oynaması zor bir oyun olduğu için de silahlarla oynama eğilimindedir." İtiraf ediyorum, bu en çok eğlendiğim madde oldu.

Karşılaştığımız bütün faşistlerle bu maddelerin sağlamasını yapmak mümkün. Fakat bireysel olarak yaptığımız sağlamalar, sorgulamalar bizi bir yere götürür mü bilmiyorum. Bir arada olmaktan korksak da "bir başına ve uzak" uçmak, eskisinden de tehlikeli artık. İç savaş korkusuyla içine hapsolduğumuz sessizlik, kendi iç savaşlarımızda patlayan ses bombalarına dönüşüyor bir süre sonra. Sessiz bir karmaşada kaybedilen özgürlük yalnızca şarkılarda, şiirlerde karşılaştığımız eski bir aşka dönüşüyor sonunda. Gökyüzüne baktığımız nadir anlarda, sığırcık kuşları uçarken hatırlar gibi oluyoruz. Ama dikkat dağıtacak öyle çok şey var ki; anında unutuyoruz. Bu yüzyılın sorunu kafa karışıklığı doğru; öyleyse sloganı da şu olmalı: Unutma, unutturma!