Yıllar boyunca faşistler, kendi doğrudan rakipleri ve en ezeli düşmanları da dâhil olmak üzere başka yerlerden fikirler, görseller ve teknikleri kendilerine mal etmekte çok ustaca davrandılar. Mussolini bunun en canlı örneğiydi.

Faşistler krizden yararlanıyorlar
Hindistan Başkabanı Narendra Modi. (Fotoğraf: AA)

Arjun CHATURVEDI

Faşizm özellikle aşırı bir çifte krizin etkisi altında ilerleyebilir. Modi, Trump, Meloni de de görüldüğü üzere din, geçmiş ya da günümüz fark etmeksizin faşistler için karmaşık fakat verimli bir fikir, edim ve ortaklık sahası oldu.

Birleşik Devletler’den Brezilya ve Hindistan’a aşırı sağ hareketlerin yükselişi sık sık bir “yeni faşizm” tartışmalarının yolunu açtı. Kökleri tarihsel faşizme dayanan bir partinin lideri olan Giorgia Meloni’nin 25 Eylül’deki seçim zaferi, geçmişle karşılaştırmalara odaklanan ve onun muhafazakâr nüanslarını vurgulayan analizler arasındaki kutuplaşmayı artırdı. Bununla birlikte günümüzün krizleri de yüz yıl öncesininkilere benzemeyen yeni gerici siyaset biçimleri ortaya çıkarıyor.

Geoff Eley, Michigan Üniversitesi Ann Arbor’da Modern Tarih alanında Ordinaryüs Profesör. Solun ve sağın tarihi üzerine kapsamlı çalışmalar yapan Eley, şu anda Avrupa’nın 20. yüzyıldaki genel bir tarihini ve Alman sağı üzerine yeni bir çalışma olan Nazizm’in Soyağacı: Almanya’da Muhafazakârlar, Radikal Milliyetçiler ve Faşistler, 1860-1945’i hazırlıyor.

Jacobin için gerçekleştirilen bu mülakatta Eley, faşizm çalışmalarının son dönemde antidemokratik ve otoriter hareketlerin dünya genelindeki yükselişi üzerine eğilmek adına nasıl değiştiğine dair görüşler paylaşıyor. Eley, “faşizm”in bilim insanlarının anti-faşizm için bir stratejin parçası olarak bağlamına oturtması ve yorumlaması gereken, birçok kökeni ve çeşitli formları olan taşınabilir bir kavram olduğunu açıklıyor. Aynı zamanda 21. Yüzyıldaki neoliberal küreselleşme ve iklim tahribatıyla birlikte Sol’un geleceğini tartışıyor.

Kariyeriniz süresince faşizm çalışmaları nasıl değişti? Size göre konuya yeni yaklaşımların ortaya çıkışını tetikleyen özel siyasal olgular oldu mu?

Az sayıdaki birkaç Marksist dışında faşizmin benim öğrencilik yıllarımdaki (1967-1974) bilimsel değerlendirmeleri tarihçilerden ziyade kavrama karşı doğrudan düşmanca bir yaklaşımı yoksa bile çoğunlukla kayıtsız olan sosyal bilimciler tarafından şekillendirildi. Stuart Wolf tarafından düzenlenmiş olan Avrupa Faşizmi ve Faşizmin Doğası isimli iki konferans kitabı dönemi yansıtıyordu: ilki ulusal tarihçilerin her biri yararlı fakat kuramlaştırılmamış ülke ülke bölümlerini içeriyorduysa, ikincisi totalitaryanizm ve kitle toplumu kuramlarına dayanan yönetim ve karşılaştırmalı siyasal gelişim sınıflandırmalarını geliştiren siyaset bilimci ve sosyologları bir araya getirmişti. George Moss gibi birkaç düşünce tarihçisi, faşizm hakkında “Batı” normlarından “anti-modernist” bir sapma olarak yazmıştı.

Ernst Nolte’nin 1963 tarihli, etkisi yazarının gerici muhafazakârlığının ötesine geçen kitabı Faşizm’in Üç Sureti ilginç bir istisnaydı. Kitap faşist fikirleri ciddiye alıp onlara karşılaştırmalı olarak yaklaşarak siyasal yelpazenin çeşitli noktalarından ilgi uyandırmıştı. Uzun süreliğine çalışmalar genel anlamda burada kaldı: bir yanda tekil faşist hareketler üzerine ulusal tarih yazımları içerisinde yer alıp muazzam bir şekilde biriken tek konuya odaklanmış bilimsel üretim; diğer yanda da Faşist İtalya’nın ve Nazi Almanya’sının neden “Batı”dan farklı olduğunu açıklayan sosyolojiler ve karşılaştırmalı siyasal gelişimin kurumsal sınıflandırmaları. 1970’lerde çok sayıda kapsamlı seçki bunların tümünü bir araya getirdi. Bu dönemde az sayıda tarihçi faşist ideolojiyi çok ciddiye aldı.

Benim ilgim çok açıktı: Ben II. Dünya Savaşı’nı takip eden hareketli süreçte büyüdüm ve Nazizm’in nereden geldiğini kavramak istedim. Canlı bir demokrasinin egemen olduğu Weimar Cumhuriyeti’nde, Avrupa’nın en güçlü sollarından biriyle nasıl başarılı olmuştu? Diğer açıdan, Sol neden başarısız olmuştu? 1890’lar ve 1920’ler arasında “faşizm olasılığının koşulları”nı çalışan ilk kitabım Alman Sağını Yeniden Şekillendirmek’ten sonra 1983’te yayınlanan bir makaleyle “Faşizmi Ne Üretiyor: Sanayi Öncesi Gelenekler ya da Kapitalist Devletin Bir Krizi” ile konu üzerindeki kendi düşüncemi açıklığa kavuşturmaya karar verdim. Bunun için en iyi yardımı Antonio Gramsci’nin Hapishane Defterleri’nde, Nicos Poulantzas’ın Faşizm ve Diktatörlük’üne verilen karşılıkta, 1920’ler ve 30’ların Marksist tartışmalarında (Bauer, Troçki, Thalheimer, Togliatti) ve en önemlisi Ernesto Laclau’nun 1977’de basılan Marksist Teoride İdeoloji ve Politika’sında buldum.

Ana ilgim daha geniş kuramsal zemine – ideoloji ve öznellik meseleleri, kamusal alan kavramının kullanışlılığı, milliyetçiliğin sorunları ve şimdi “kültürel dönüş” olarak isimlendirdiğimiz her şey – kaydığı için orası öylece kaldı. Genel olarak bilim dünyasında faşizme yenilenmiş ilgi Roger Griffin’in Faşizmin Doğası tarafından başlatıldı. Ancak ana akım şimdi cinsellik, popüler kültür ve günlük hayatın yanında sanata, estetiğe ve temaşaya vurguyla, nihayetinde tarihçilerin de ilgisini çeken adım adım bir ilerleyişin hızını belirleyen edebiyat ve sinema üzerine çalışan beşeri bilimler camiasıyla birlikte kültür ve düşünce tarihine yönelikti. Bu benim ilgi alanlarımın gelişimine de uyuyordu ve böylelikle ideoloji ve faşist öznellik meseleleri üzerine daha da fazla düşünmeme yardımcı oldu.

Epey sonra, 2000’lerin başlarında, faşizmi tekrar tek önceliğim hâline getirdim. Kısmen Avrupa solu tarihim Demokrasiyi Kurmak’ı bitirmiştim fakat 11 Eylül’den sonra göçmen karşıtı ve yabancı düşmanı sağın Avrupa çapındaki amansız büyümesinin de keskinleştirdiği yeni bir siyasal önceliğin kendini gösterdiğini hissetmeye başladım. Özellikle Guantanamo, Katrina Kasırgası ve Güneybatı sınır ülkeleri vakaları etrafında gelişenler olmak üzere “olağanüstü hâller” üzerine tartışmalar endişelerimi daha da odakladı. Faşizm olasılığının yeni koşulları üzerine düşünmeye başladım. Daha sonra, Katrina’dan birkaç ay önce, değerli bir arkadaşım bugünlerde Alman bir tarihçinin en iyi katkısının günümüz faşizmiyle ilgili nasıl düşünüleceğine dair yol göstericilik olacağını belirtti. Katrina’dan sonra, ilk sonucu 1983’teki makalemin bir güncellemesi (bu ilk kez 2009’daki bir derste sunuldu) olmak üzere işe koyuldum. 2013 tarihli kitabım Faşizm Olarak Nazizm bu çalışmanın devamı niteliğindeydi. Donald Trump’ın gelişi, 2016 seçimlerinin sonuçları, takip eden başkanlık ve Ocak 2021 olaylarıyla birlikte faşizmin geçmişteki ve şimdiki anlamlarına dair netliğe kavuşmanın önemi her zamankinden daha şiddetli bir hâl aldı. Böyle olunca, bu görevin yerine getirilmesine yardımcı olmak için Eylül 2020’de yeni bir yazı yayınladım.

Yazılarınızda bilim insanlarının faşizmi birçok kökeni ve çeşitli formları olan taşınabilir bir kavram olarak yorumlamasını savundunuz. Tüm tarihsel bağlamlarda tezahür eden faşizmin ana özelliklerini tarif edebilir misiniz?

Faşizmi neyin bir siyaset türü olarak diğer sağcı davranış ve düşünce biçimlerinden farklı kıldığını ayırt etmeliyiz. Faşistler her açıdan çok daha uç noktada. Fakat prensipte veya pratik değerlendirmelerde liberal anayasalcılık ya da anayasal demokrasi çerçevesi içerisinde iş görmenin gerekliliğini kabul eden muhafazakârlıklardan nitel bir kopuş da var. Bu kopuşun – uygarlıktan bir ayrılışın – merkezinde siyasal şiddete başvurmak var. Üzerinde anlaşılmış davranış kurallarına göre meseleleri kürsüde dürüstçe tartışmak yerine, faşistler karşıtlarını bastırmak, fiziksel olarak zarar vermek, hâttâ öldürmek ister.

İkinci olarak, faşistler demokrasidense – kesin surette, şiddetle – otoriter bir devleti tercih eder. Üçüncü olarak; farklılığı tanıyan, hâttâ önceliklendiren bir çoğulculuğa karşı saldırganca dışlayıcı olan bir ulus fikrini tedavüle sokarlar. Bu kıstasları daha da açabiliriz. Kadın düşmanlığı, saldırgan cinsellik ve müdahaleci, sert bir erkeklik zengin bir tutum ve edim sahası teşkil ediyor. Geçitler, üniformalar, silah taşıma, saldırgan bir kolektivizm ve bir temaşa estetiği de başka birini oluşturur. Ancak benim için bu ögeler birincildir – siyasal şiddeti ülküleştiren, yasal demokrasiye karşı otoriteryanizmi kullanan ve vatanseverlik ile radikal milliyetçiliğin dışlayıcı formlarını yayan tarzda bir radikal sağcı aşırılık. En önemli differentia specifica’yı oluştururlar. Farklı zaman ve mekânların meydana getirdiği ortamlar arasında taşınırlar – dolayısıyla yalnızca Avrupa’nın erken 20. Yüzyılında değil, aynı zamanda günümüzdeki durumda da.

O hâlde soru şu şekli alıyor, ne tür bir kriz bu siyaset tarzını gündeme getiriyor. Ne zaman insanlar bunu cazip bulmaya başlıyor, özellikle siyasal şiddete başvurmayı? Bunu gerekli görmelerini ne sağlıyor? Ne tür bir kriz faşizmi üretir? Bir kez daha belirtiyorum, farklı zamanlarda tekrar tekrar yapısal olarak ortaya çıkan ortak özellikler var.

Burada benim yaklaşımım epey Poulantzasçı kalıyor: faşizm özellikle aşırı bir çifte krizin etkisi altında ilerleyebilir. İlk olarak, kurulu siyasal düzenlemeler artık istikrarlı ve etkili yönetimin gerçekleştirilmesini sağlamamaktadır; ikinci olarak, bu yönetim düzenlemeleri o kadar aksamaktadır ki insanların rızasını kaybetmişlerdir. Bu ikiz krizler beraber yaşandığı zaman – temsil krizi, rıza krizi; yönetim felci, demokratik çıkmaz – faşist siyasetin ilgi görmeye başlayabileceği olağanüstü hâller yaratılır.

Aynı zamanda günümüzde dünyadaki yapısal krizlerden kaynaklı olarak 1920’ler ve 30’ların klasik türdeki faşizminin ortaya çıkmayacağını öne sürmüştünüz. Bu bağlamlarda Sol’un faşizmle mücadele etmesi, karşısına çıkması veya direnmesi için sorumlu yollar nelerdir?

Eğer yukarıda söylediklerimde haklıysam, demokratik savunma için mümkün olan en geniş siyasal cephe esas olmalı. Bu, herhangi bir solcu ajandaya sahip olan çeşitli ilerici aktörlerden oluşan hayret verici yelpaze içinde ve boyunca mümkün olan en geniş koalisyonculuk sahası anlamına geliyor – Demokratik Parti’nin kendisi, diğer partiler, hareketler ve kapsayıcı örgütler (Afrikalı Amerikalı, Latin, Yerli Amerikalı, Asyalı Amerikalı, vb.) içinde yer alan ilerici gruplardan, haber siteleri, internet üzerindeki platformlar, solcu dergi ve gazeteler ve lobi grupları yoluyla, oy koruyucu inisiyatifler ve feminist, üreme hakları, LGBTQ, kamu sağlığı, çevreci, yoksullukla ilgili, medeni özgürlükler, nefret karşıtı, insan hakları, işçi sendikaları ve diğer kuruluşları kapsayan, görünüşe bakılırsa durmaksızın büyüyen çok sayıdaki tek siyasetli mücadele gruplarına. Bu, genellikle ayrı ayrı konumlanmış olan bu hareketler arasında ivedi bir iletişim inşa etmek anlamına geliyor. Ancak bu şekilde Demokratik birlik gereken yönde daha kesin şekilde hareket ettirilebilir.

Bu şunları gerektirecek: (a) bu ülkedeki uslanmaz bir biçimde parçalara ayrılmış olan ilerici siyasal kesim arasında nadiren gerçekleştirilmiş olan türde yoğun ama sabırlı sahne arkası koalisyonculuk; (b) Black Lives Matter hareketi tarafından gerçekleştirilen türde tabandan baskı, çünkü “komisyon odası” gerekli faaliyeti “sokaklar” olmadan asla gerçekleştirmeyecek; ve (c) fiilen faşizm tehlikesinin olduğu gibi adını koymak. Bunun tam olarak ne zaman yapılacağı karmaşık bir stratejik soru olacak çünkü sorumlu bir şekilde kullanılması için bu belirli “faşizm” ve “anti-faşizm” dili yukarıda önerdiğim türdeki gerçek anlam açıklığına kavuşmalı.

Donald Trump’ın antidemokratik ve otoriter olabileceğini ancak uyumlu bir ideolojisinin olmadığını hâlbuki bunun faşizmin çok önemli bir yönü olduğunu savundunuz. Bu bağlamda Narendra Modi gibi bir figürü Hindutva ideolojisine bağlı olduğunu göz önünde bulundurarak nasıl yorumlamalıyız? Daha genel olarak din ve faşizm arasındaki bağlantıları nasıl yorumlayabiliriz?

İlk olarak, “ideoloji”yi aslında nasıl gördüğümü netleştirmem gerekiyor. Bir yandan, genellikle tanıdık bir düşünceler bütününü, hazır olarak tanınabilen bir programı veya yazıya dökülmüş hâkim değer ve inançlar bütününü (liberalizm, muhafazakârlık, sosyalizm, vb.) ifade eden günlük dildeki yaygın kullanım var. Trump, en bayağı, adileştirilmiş ve disiplinsiz yollarla olanlar dışında bu sınırlı anlamdaki uyumlu bir ideolojiye dair pek bir belirti göstermiyor. Öte yandan, dünyayı belli başlı birtakım merceklerle; uyumluluğu kesinlikle yeniden inşa edilmeye müsait olan varsayımlar, önyargılar, fikir ve retorik kırıntıları, bölük pörçük alıntılar, ilkel içgüdüler ve bilinçsiz anlayışlar temelinde görüp okuduğu doğru – Louis Althusser’in ünlü ifadesiyle, gerçek varoluş koşullarıyla hayalî bir ilişki olarak. Trump’ın tabii ki uyumluluğu bulunabilecek bir bakış açısı var. Fakat bu herhangi bir yazılı metin ya da fikir temeli etrafında şekillenmiyor hâttâ öyle bir temele dayanmıyor bile. Herhangi bir formel düşünce sisteminin tam tersi. Daha ziyade merkezine narsistçe toksik erkeklik, canavarca bir bencillikteki arzular, açgözlülük, servet, “Amerika”, şiddet, başarı, baskınlık, sadakat güç, vb.ni alan bir yatkınlıklar kalıbı, bir söz sanatı yığını.

Herhangi bir dönem ya da mekândaki faşist özgüllükleri kavrarken, taşınabilir temel olduğunu savunduğum kısmı – ölümcül siyasal şiddet, pervasız antidemokrasi ve dışlayıcı milliyetçilik, artı kadın düşmanı erkeklik, yüzsüz bir düşmanlığa sahip siyasal estetik – Hindutva veya beyaz Hıristiyan milliyetçiliği gibi faşizmin tekil söylemsel kuruluşlarından ve ideolojik kaynaklarından ayırmamız gerekiyor. Yıllar boyunca faşistler, kendi doğrudan rakipleri ve en ezeli düşmanları da dâhil olmak üzere başka yerlerden fikirler, görseller ve teknikleri kendilerine maletmekte, başka bir amaç için kullanmakta ve yeniden vurgulamakta çok ustaca davrandılar. Benito Mussolini, siyasetini bir Sosyalist Parti aşırıcısı olarak 1914-15’ten önce öğrendi. 1919-1923 süresince solun kitle temelli siyaset biçimleri, faşistlerin kendi siyasi teknikleri ve kitle övücü estetikleri için hayati bir kaynak olduğunu kanıtladı. Dolayısıyla Modi bu yaratıcılık ve bağdaştırmacılığın çok iyi bir örneği. Din, geçmiş ya da günümüz fark etmeksizin faşistler için karmaşık fakat verimli bir fikir, edim ve ortaklık sahası oldu. Örneğin Richard Steigmann-Gall’ın şimdi bir klasik olan Kutsal İmparatorluk: Hıristiyanlığın Nazi Kavranışları, 1919-1945’e bakınız.

Sinema ve estetiğe olan ilginizi göz önünde bulundurunca hangi film ve sanatsal çalışmalar faşizmin en iyi yorum ve eleştirilerini sunuyor?

İhtimaller sonsuz olduğu için bu zor bir soru. Örneğin John Heartfield ve fotomontaj her zaman beni çeker ve bunun çağdaş bir dengi, başka gerilla sanat biçimleriyle birlikte, Banksy ve grafiti sanatçıları olurdu. Görsel sanatlar için, geçtiğimiz yılların bazı büyük sergi katalogları harika bir rehberlik sağlıyor – örneğin Sanat ve Güç: 1930’ların Görselleri sergisi ya da Aldatıcı Devlet: Nazi Propagandasının Gücü. Julia Adeney Thomas ve ben yakın bir zamanda meseleleri farklı zaman ve mekânlar boyunca karşılaştırmalı olarak keşfetmek adına Faşizmi Görselleştirmek: Küresel Sağ’ın 20. Yüzyıl Yükselişi seçkisini yayınladık. Özlülük için ve yine erken 20. Yüzyıldaki faşizm ve günümüz faşizmi arasında hareket etme ruhuyla, Bernardo Bertolucci’nin Konformist’iyle Zack Snyder’in 300’ünü yan yana getirmeyi öneririm. Bertolucci’nin 1900’ü de bir aday olurdu. 1920’ler ve 30’ların sineması için Fritz Lang’ın Metropolis’i ve M’si ile Leni Riefenstahl’ın İradenin Zaferi ve Olympia’sını bir araya getirirdim. Filmler, faşizm algılarının nasıl değiştiğini keşfetmek için müthiş bir araç sunuyor. Örneğin Alan Resnais’in Gece ve Sis’inden, Marcel Ophuls’un Keder ve Acıma’sına, Claude Lanzmann’ın Shoah’ına ve Stephen Spielberg’ün Schindler’in Listesi’ne kadar bu hareketle ilgili neler söylenebilir?

Sizin değerlendirmenize göre, faşizmin hayaleti hâlâ etraftayken; otoriteryanizmin yükselişi, neoliberal küreselleşme ve iklim tahribatıyla mücadelede sol siyaseti nasıl bir gelecek bekliyor?

Daha önceki cevabım üstü kapalı olarak “halk cepheci” bir öz sınırlama içeriyor. Sol’un geçtiğimiz kırk yıldaki tarihi yenilgileri, kapitalist yeniden yapılanma (küresel ya da tekil toplumlardaki), neoliberal kaidelerin ve varsayımların yaygın nüfuzu ve Birleşik Devletler ve kapitalizmin ileri aşamalarındaki diğer ülkelerde demokratik kapasitelerin mevcut dağılımı düşünüldüğünde etkili olacak herhangi bir sol siyasetin, mütevazı beklentiler testini geçmesi gerekiyor.

İkinci olarak, bir “sınırsız dünya”nın (şimdiki neoliberal anlayışa göre) yaratılması, Batı Afrika’dan Afganistan ve Pakistan’a devasa toprak genişlemeleriyle birlikte devlet egemenliklerinin çöküşü ve küresel göç krizinin durdurulamaz sürekliliğinin (bunları şüphesiz kısa bir şekilde ifade ediyorum) tamamı ileri sanayi toplumlarının içerisindeki sınır ve hudutlarla ilgili kin dolu kamusal kaygılara yol açacak unsurları oluşturmakta. Ve kaynaklar için rekabetler giderek kestirilemez ve aşırı bir hâl alırken bu koşullar, sürekli daha fazla istikrarsızlığa yol açacak olan kuvvetler açığa çıkarıyor. Günümüzdeki sağcı milliyetçi coşkunluğun büyük bir kısmını harekete geçiren de bu genel belirtiler, özellikle “farklılık” ve yabancılığa dair sınır ve hudutlarla ilgili kaygılar.

Azalan küresel kaynaklar (özellikle gıda, su, enerji ve petrol) üzerindeki daha kötüye giden rekabetler, kale zihniyetleri, kaygının şekillendirdiği siyaset dilleri, belirmekte olan kapalılık toplumsal paradigması – günümüzdeki toplumsal sıkıntıların ve müdahaleci yönetim anlayışının sahip olduğu otoriter ve saldırgan yatkınlıklarının pek çoğunu harekete geçiren bunlar. Bunların tümünü bir araya koyarsak, faşizm gibi görünen bir siyasetin kaynaşmasını mümkün kılacak türden bir siyaset elde ederiz. Trump ve ilişkili siyasal kuvvetlerin başarıya ulaştığı yer de burası. Bu, en geniş demokratik koalisyonculuk sahasının önemini yeniden vurguluyor.

Jacobin’den çeviren Tuna KESKİN