Tam da başbakanına layık, bir bakan konuşmuş: "İşçilerimizi 560 metreden 3 günde çıkarırdık.

Tam da başbakanına layık, bir bakan konuşmuş: "İşçilerimizi 560 metreden 3 günde çıkarırdık. Biz çok daha iyiyiz… Niye o kadar büyütüyoruz Şili'de olup biten hadiseyi?”
Ne mutlu ar damarı çatlamış olana: Her şey sonsuz serbest; tek yasak, utanmak. Zonguldak’taki madende detektör çalışmıyordu; insanlar hiç eğitim görmeden maden sokuluyordu…; taşerona karşı örgütlenmek, iş güvenliği/eğitimi istemek, hele ki sendikalaşmak hiç mi hiç düşünülemezdi: Bedeli, işten atılmak, aç kalmak, çocuklarını aç bırakmak.
Başbakan, ölümler için ‘kader’ dedi; kaderin önüne geçilemezdi; ama bu kaderin gücü niye, daha yirmili yaşlarda gemicik sahibi olmuşların kömür galerilerinde telef olmalarına, 21 günde ‘vatanî hizmet’lerini sırtlarında bayrak şerefle tamamlamışların dağ başında kendi kardeşlerini öldürmelerine/kardeşlerince öldürülmelerine yetmiyordu?
Tek tip askerliğe karşı çıkıyorlar; ‘bedelli’den ve profesyonel ordudan bahsediyorlar: İyi tahsil görmüşler, hele yüksek öğrenimini ABD’de tekmil edenler, herhalde savaşma tekniklerini de tahsilsiz olanlara göre daha çabuk/iyi öğrenecek/uygulayacaklardır: Güneydoğu dağlarına tercihen ve öncelikle onlar sürülmelidir. ‘Bedelli’den söz etmek bir yana, 21 günde bu işi yırtan uyanıklar, eğer çağdışı kalmadılarsa, hemen yeniden askere alınıp, vatanî hizmetlerini tamamlama şans ve şerefinden mahrum bırakılmamalıdırlar
Metinde AKP diye geçse bile, zavallı spikerler AK Parti diye okumak zorunda kalıyorlar: Faşizm geldi/geliyor diyenler bayağı iyimserler; zira, gelmiş bile ve koca koca insanların Adalet ve Kalkınma Partisi’ne AK Parti demeleri, hemen aklıma Roma İmparatoru Kaligula’yı getiriyor. Kaligula, atını konsül ilan edip koca imparatorluk senatörlerine selamlattırmış adam; arabasını çeken atların yanında da koşarlarmış aynı saygıdeğer senatörler; bir sonraki seçimde adları aday listesinden silinmesin diye herhalde.
Her şeyden önce, kısa/kısaltılmış ad diye bir şey olmaz; zira, ismin kısası/kısaltılmışı varsa, uzunu da olacak demektir. Oysa, isim ya tektir ya da artık isim değil; yani, herhangi bir şeyin ismi diye birden fazla sözcük varsa, bunların her biri, ismi olduğu iddia edilen şey her ne ise, işte artık ona isimlik etmekten çıkıp, kendisini telaffuz edene/kullanana sıfatlık ediyor demektir; bir zamanlar aynı bir kavramı adlandırmak üzere ‘olanak’ demenin kişinin ‘ilerici’liğini, ‘imkan’ı kullanmasının da muhafazakarlığını ve de hatta ‘faşist’liğini gösteriyor olması gibi.
İsim tektir; yani, bir uzunu, bir de kısası olmaz; ama, birden çok kelimeden oluşan isimlerin tabiî ki kısaltması olur; ancak bu, tüzükler/yasalarla değil, esas olarak lengüistik düzeyde, kelimelerin baş harfleri temelinde, ama bazen ‘sosyal’in de işin işine karışmasıyla sosyo-lengüistik olarak biçimlenir; Anayasa Mahkemesi’nin iki harfle değil de AYM şeklinde kısaltılıyor olması misali.
Bu arada, ‘yakınlar/tanışlar arası ad’ın (nom familier) da,  adın kısaltması zannedildiğini, ancak bunun yanlış olduğunu da kaydedelim: Cemil veya Cemal’e Cemo derken bir kısalma söz konusudur; ama, pekâlâ eşit sayıda harfle Cemoş da diyebiliriz Cemal ve Cemil’e; ancak Cemoş’u Cem için de kullanabiliriz; ki, bu durumda isim kısalmayıp uzamaktadır; hele bir de Cemişko dersek.
Partimin adını AK Parti diye kısaltacaksınız diyen başbakan, böyle yapmayanları edepsizlikle suçlamıştır; ki, burada  “kem söz sahibine aittir” deyip geçiyoruz; ancak, zeka düzeyi açısından “tren”-“öpsün seni Zeki Müren”in ötesine geçemeyen bir numarayla siyasî bir partinin ‘ak’ gibi olumlu bir sıfatla anılmasını objektif bir zorunluluk haline getirmeye kalkışmanın, zihnen ve ahlaken sağlıklı insanlar açısından traji-komik bir vahamet arzedeceği de açıktır.
Vakıa, vahimin de vahimi vardır: “Ben sana sayın diyorum, sen demiyorum”. Bu, artık dilin bittiği, daha doğrusu kendi kendisini imha ettiği, ‘konuşmak’ın imkansız hale geldiği/getirildiği noktadır. En oturaklı/alengirli kelimeler dahi, artık bir kavrama götürmek yerine, birer ünlem işlevi görür hale gelmişlerdir: Kişi, ünlemle kendi duygu, ruh durumu, tavrını ortaya koyar, bir şey ister veya emreder; ki bu, konuşmanın, karşılıklılık taşıyan bir eylemin/sürecin peşinen reddidir. Örneğin, başbakanın ağzında ‘monşer’ kelimesi de ünlem işlevi kazanmaktadır; başbakan, ‘monşerler’i belirli bir kavramı işaret etmek için değil, kendi kin ve kızgınlığını belirtip, belirli insanları aşağılamak üzere kullanmaktadır ve bize de bu defa Pol Pot’u hatırlattırmaktadır. Pol Pot: Sadece 4 buçuk yılda 7-8 milyon nüfuslu Kamboç halkının, en başta Batılı eğitimi görmüş ‘monşer’lerdir diye gözlüklü erkekler olmak üzere 2 milyona yakınını türlü işkencelerle öldürüp yok eden Kızıl Kmerlerin ‘efsanevî’ lideri.