oğuz oyan Bugünlerde yasama organının iyiden iyiye yürütme organına (Cumhurbaşkanına) tabi kılınması konusu gündemin ön sıralarında yer alıyor. Yasamanın denetim işlevi esasen bitirilmişti. Yasa yapma işlevi ise yarım yamalak hale getirilmişti; şimdilerde buna da göz dikildiği anlaşılıyor. Anayasa değişikliğini eksik yaptıklarının farkına varıp bunun (yani Cumhurbaşkanının görev ve yetkilerini düzenleyen Anayasa md. 104’ün kısıtlarının) nasıl […]

Faşizm ile özerklik alanları bağdaşmaz

oğuz oyan

Bugünlerde yasama organının iyiden iyiye yürütme organına (Cumhurbaşkanına) tabi kılınması konusu gündemin ön sıralarında yer alıyor. Yasamanın denetim işlevi esasen bitirilmişti. Yasa yapma işlevi ise yarım yamalak hale getirilmişti; şimdilerde buna da göz dikildiği anlaşılıyor. Anayasa değişikliğini eksik yaptıklarının farkına varıp bunun (yani Cumhurbaşkanının görev ve yetkilerini düzenleyen Anayasa md. 104’ün kısıtlarının) nasıl yorumla aşılabileceğinin alıştırmalarını yapıyorlar. Konu önemsiz değil; ama faşizmin doğasını bilince çok şaşırtıcı da değil.

Yalnızca Yasama Tehdit Altında Değil

Öte yandan konu yalnızca yasama ile ilgili değil. Olamazdı da zaten. Yargının durumu malum. Malum olmayanlar için Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu yeni bir kitapla katkıda bulunuyorlar: Metastaz. B. Terkoğlu, Cumhuriyet’teki son köşe yazılarıyla da eklemeler yapıyor, Fetullahçı olmayan nurcu tarikatlerin “hüsn-ü şehadetiyle” FETÖ suçlamasından kurtulanlardan örnekler veriyor; bu “şehadetlerin” bazılarının doğrudan yürütmenin tepesine bazılarının mahkemelere yapıldığını gösteriyor. Adresin farklı olması farketmiyor nasılsa; gönüller ve erkler bir.

Yürütme-Yasama-Yargı birliğinde tam uyuma doğru yol alınırken, dördüncü erkin yani medyanın içinde de özerklik alanlarına izin verilmesi beklenemezdi değil mi? Geriye kalan bir-iki bağımsız görsel/yazılı medya da ekonomik/hukuki yaptırımlarla kıskaca alınmış durumda; kontrol aygıtı RTÜK de bu rejimde ne işe yarayacaksa onu yapıyor.

Mesele bunlardan ibaret değil. Özerk kurumlar olarak tanımlanan üniversiteler çoktan teslim alındı veya susturuldu. Atılmaların dolaylı etkisi elde edilmiş durumda. Direnen ve sözünü esirgemeyenler de yok değil, ama küçük oranlarda. Kalanların bir bölümü “hakedilmiş” yöneticiliklere atandılar, kimi de siperden başını çıkarmadan tehlikenin geçmesini beklemekte. Ama askeri darbelerin geçiciliğine benzemez bir durum var; zaten herşey çok “sivil”, dolayısıyla daha kalıcı özellikte.

Demokratik kitle örgütleri bunun dışında kalabilir mi? Bu, sendikalarda ağırlığın iktidar yanlısı yapılara geçmesinden de farkediliyor. Memur sendikaları açısından bu epeydir gerçekleşti. Şimdi işçi kesiminde Hak-iş’i ve onun Hizmet -İş’ini öne çıkarma çabalarının yoğunlaşması, yandaşlığı ve eylemsizliğinin yetmediği anlaşılan Türk-İş’in yakında ikinci sıraya gerileyeceğini haber vermekte. Sigortalı işçi sayısı azalırken sendikalı işçi sayısının artması çelişkisi de bununla ilgili. (Aziz Çelik, Birgün 4 Şubat 2019).

Bu koşullarda TMMOB, TBB, TTB ve benzeri demokratik kitle örgütü nitelikli yarı-kamusal kuruluşlar için bir özerklik alanına tahammül edileceği düşünülebilir mi? TBB başkanı da düşünmüyor olacak ki, iktidara hoş görünecek bir konumlanma içine girmekte öncü rol üstleniverdi. Kurumunu korumak için mi? Eğer öyleyse, TBB camiasının, önemli baro yönetimlerinin bundan hoşlandığını söylemek mümkün değil. Bu arada, yılda 300 bin konutluk dev bir kentsel dönüşüm dayatması içine girmeyi planlayan, çevre tahribatında sınır tanımaz yatırımlara yol vermeyi düşünen bir iktidarın, TMMOB gibi kuruluşların denetimine can-ı gönülden açık olması beklenebilir mi?

Kritik iki seçimin geride kalmış olması, anti-faşist mücadelenin kesintiye uğratılmasının bahanesi yapılamaz. 31 Mart Seçimleri de bu mücadelenin tam merkezindedir.

Anayasanın sözde koruması altındaki her türlü sivil örgütlenme, dernek, vakıf, vs. de, iktidar açısından rahatsız edici olmamak kaydıyla göz yumulabilir türdendir. Yoksa kapatılıp mal ve mülklerine el konulması tek bir kararname hükmüne bakar. Dinci cemaat ve tarikatlar ise, hasım olmamak koşuluyla, ihya edilirler.

İktidar bloğu içinde yer almayan yerel yönetimlerin de sıkı bir gözetim, denetim, kısıtlama, yargı baskısı ve kayyım tehdidi altında tutulacağının da herhalde herkes farkındadır. Gene de tabii bu baskılara direnmek için yerel halkın örgütlü sahiplenmesi kritik bir önemdedir. Bunun ne kadar önemli olduğunu 2011-2017 döneminde İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne karşı yürütülen kapsamlı yargı operasyonunun başından itibaren halkın tepkileri ve sahiplenmeleri sonucunda geri püskürtülmesinde gördük.

Bütün bu kuşatmalar sürerken Türkiye’de hala komünist, sosyalist partilerin varlığını sürdürmesine bakarak; hala düşünceyi açıklama ve yayma özgürlüğünün, toplantı haklarının belirli kısıtlar altında sürdürülebildiğine bakarak faşizmden henüz uzak olunduğunu düşünenler varsa, soğuk suda haşlanmış kurbağaya dönüşmelerine az kalmış demektir. Faşizm, kendi ihtiyaçları doğrultusunda ilerler ve tehdit öncelikleri zamana ve mekana göre değişir.

Güçler Ayrılığının Sonu

Türkiye’de her seçim önemlidir; 31 Mart seçimleri de öyledir. Ama en kritik iki oylama yakın geçmişte kaldı: 16 Nisan 2017 tarihindeki halkoylaması ve 24 Haziran 2018’deki Genel ve Cumhurbaşkanı Seçimleri. Üzerine önemli şaibeler düşen bu oylamalarla yeni rejimin, II. Cumhuriyetin anayasası yürürlüğe girmiş oldu. 2002’den beri kesintisiz iktidar olan bir siyasal İslamcı hareket, kendisini “asli kurucu iktidar” konumuna yerleştirip, Cumhuriyetin tüm kurucu değerlerini ve anayasal birikimini köklü bir dönüştürmeye tâbi tutma “hakkı” varmış gibi davranabildi. Davranabildi, çünkü buna itiraz edebilecek tüm kurumsal yapılar, başta yüksek yargı olmak üzere, önceden “dava”ya kazanılmış veya ses çıkaramaz konuma geriletilmişti.

Bu gidişatla cepheden mücadeleyi göze alamayan Meclis içi muhalefet de, kendi iç çekişmeleri dışına çıkabildiği anlarda, söylemini, iktidarın baskıcı niteliğine ve eşitsizlik/yolsuzluk doğuran uygulamalarına tepki düzeyinde tutmakla yetindi. Ne laiklik tehlike altındaydı, ne de ortada köktendinci bir rejim kurma projesi vardı. Çünkü bu tehditlerin kabulü durumunda, sağa değil kuvvetle Aydınlanmaya ve sola açılmak ve iktidarla topyekün bir siyasi mücadeleyi göze almak gerekecekti. Meclis içi diğer partiler bir yana, Cumhuriyetin kurucu partisinden beklenen en azından buydu. Ama beklenen olmadı. Dolayısıyla, rejim yıkıcı ve rejim kurucu iktidarın önünü kesebilecek hiçbir gerçek engel oluşamadı.

Yasama ile yürütme arasında güçler birliğinin oluşması ise 2017 Anayasası öncesinde fiilen önemli ölçüde ilerlemişti zaten. 2017 Anayasası bunu daha ileri noktalara taşımakla yetinmeyecek, yürütmenin kendi içinde de bir güç yoğunlaşmasını sağlayacaktı. Oluşturulan Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi, 1909’dan beri sağlam bir anayasal dayanağa kavuşmuş bulunan “bakanlar kurulu” merkezli yürütmeyi tamamen devre dışı bırakmaktaydı.

Yürütmenin Sorumsuzlaştırılması

2017 Anayasasıyla yasamanın yürütmeyi denetlemesinin nasıl önüne geçildiğine satır başlarıyla değinelim (Daha geniş değerlendirmemiz için bkz: EMO Dergisi, Mart 2017):

2017 öncesindeki anayasanın 110. maddesinde tanımlanan “göreve başlama ve güvenoyu” ile 111. maddesindeki “görev sırasında güvenoyu” gibi etkin siyasi denetim düzenekleri, olmayan hükümetin olmayan programı oylanamayacağından, yeni Anayasa ile yürürlükten kaldırılmıştır. Oysa Osmanlı’da henüz 1909 başında hükümet programı meclisin güvenoyuna sunulmuş ve bir anayasal teamüle dönüştürülmüştü!

-Yeni Anayasada, bütçe tasarısını hazırlama yetkisi, yasama içinden çıkmış bir Bakanlar Kurulu’na ait olmadığından yasamanın bütçe hazırlama sürecindeki rolü silikleştirilmektedir. Üstelik, bütçenin kabul edilmemesi artık ne hükümeti düşürme etkisine sahip olabilmekte, ne geçici bütçe kanununun dahi kabul edilememesi bir sorun oluşturmaktadır. Yürütme, yasama karşısında hesap vermez duruma gelmekte, böylece yasamanın yürütme karşısındaki tarihsel kazanımı olan “bütçe hakkı” tarihe gömülmektedir.

Sayıştay’ın TBMM adına denetim yapmasının çeşitli yollarla kısıtlanması da buna eklenince, yürütmenin denetlenmesi teknik olarak da içi boş bir kavrama dönüşmektedir.

-Denetimin diğer siyasi boyutları da tıkanmaktadır. Başbakanın ve bakanların “gensoru” üzerinden denetlenmesi Anayasadan çıkarılırken, yürütmenin artık tek egemeni olan Cumhurbaşkanı ve atama bakanları için de getirilmemiştir. Sonuçta, yürütmenin icraatlarının denetlenemez duruma getirilmesi onarılamaz bir demokrasi açığı oluşturmaktadır.

Belki de daha önemlisi yürütmenin yargısal denetiminin, Cumhurbaşkanı ve yakın takımının gerektiğinde Yüce Divan’a gönderilebilmesinin adeta olanaksızlaştırılmasıdır. Yeni anayasal düzende başbakanın yetkilerini devralan cumhurbaşkanının onun cezai sorumluluklarını tam devralmadığı, Yüce Divan’a gönderilme yolunun uzatıldığı ve daha yüksek nisaplarla zorlaştırıldığı, Yüce Divan›a gönderildiğinde de oradan karar çıkana kadar (6 aya varan bir süre) istifa etmesine gerek görülmediği, kaldı ki Anayasada Cumhurbaşkanı ile Meclis’in birlikte yenilenmesi düzenlendiğinden, Meclis’in Cumhurbaşkanı hakkında kendisini de feshedebilecek bir Yüce Divan’a sevk kararını oluşturmasının öznel zorlukları dikkate alınmalıdır.
Bu arada 2017 Anayasasında, seçilmiş olmayanlardan oluşan cumhurbaşkanı yardımcıları ile bakanlar da Yüce Divan’a sevk bakımından cumhurbaşkanıyla aynı ölçülerde korunmaktadır. Kendi takımını eşit ölçüde koruma kaygısının, geçmişte bakan Erdoğan Bayraktar’ın “Başbakanı suçlayarak” istifasından öğrenilmiş bir ders olduğu kuşkusuzdur.

Sonuç: İktidara Kendi Anayasası Bile Dar Geliyor

İktidarın kendi Anayasası içine bile sığmakta zorlandığı, onu daha esnek, daha gevşek bir biçime sokup her ihtiyacına yanıt verir duruma getirmek istediği görülüyor. Bunun için başvurduğu yöntemlerden biri de Anayasanın bazı hükümlerini yok saymak, onları tanımamaktır. Nasıl olsa iktidardakiler artık Anayasa Mahkemesi korkusunu da üzerlerinden atmış durumdadırlar.

İktidarın, yasamanın yasa yapma hakkını sınırlamaya yönelik uygulamaları (muhalefeti kesen içtüzük kısıtlamaları; temel yasa ve torba yasaların olağan usüle dönüştürülmesi) biliniyordu. 2017 Anayasası, Cumhurbaşkanına tanıdığı Kararname çıkarma yetkileriyle yasamanın alanını daha da daraltmıştı. Ama bu yetkileri yeterince geniş tutmadıklarının farkına varınca şimdi “duvarları iterek” alan açmaya çalışmaktalar.

Meclis’in bütüncül yasa metinleri çıkarmak yerine ana başlıkları içeren düzenlemeler yapması, gerisinin Cumhurbaşkanlığı kararnameleri ve yönetmeliklerle tamamlanmasının olabilirliği üzerine bugünlerde bazı “alıştırmalar” yapıldığı anlaşılıyor.

Bu girişime yüksek bir tepki verilmesi şarttır. Önümüzdeki Yerel Seçimler bu tepkinin gösterilmesinin bir fırsatı olabilir. Kritik iki seçimin geride kalmış olması, anti-faşist mücadelenin kesintiye uğratılmasının bahanesi yapılamaz. 31 Mart Seçimleri de bu mücadelenin tam merkezindedir.