Artık merak edecek bir şeyimiz kalmadı mı? “Hele şu mevzu da açıklığa kavuşsun ondan sonra…” diyebileceğimiz bir gerekçemiz de mi yok?

Her şey adeta her gün birbirini tekrarlıyorsa (onca tuhaflıklarıyla birlikte) ve bu tekrarlara bakıp bekliyorsak, rutine girmişizdir. Rutine girmeyeceğiz. Dejavu’lara mahkûmuzdur. Mahkûm olmayacağız.

Çünkü şu günlerde bizleri mahkûm etmek istedikleri, zaten baskının rutinleşmesidir. Savaş rutindir. Tek adamlık rutindir. Faşizm rutindir.

Tanım gereği kaostan beslenen faşizm kendi rutinini emir komutayla yaratmak ister:

Otur! Kalk! Oturma! Kalkma!

Ama bu bile kaotik bir rutindir. Çünkü “onlar” var olduğu kadar “bizler” de varız.

“Otur!” Oturmuyoruz ulan! “Kalk!” Kalkmıyoruz ulan! Diyenleriz…

Siyasi gelişmelerin rutininden çıkmamız lazım. Çünkü artık beklemeye bile vaktimiz yok.

•••

Yaşamın koşuşturma biçiminde mi sürüp gidiyor? Sürekli bir şeyleri kovalıyor ve sürekli bir şeylerden kaçıyorsun, kaçınıyorsun. Bu koşuda köşe kapmaca var, köşeyi dönme var, çelme takma var, kestirmeden gitme çabası var. Yakalayabilmek için ölesiye kovaladıkların ve yakalanmamak için ölesiye kaçtıkların var. Kimini yakalayıp elinden kaçırıyorsun. Kimini yakalıyorsun ama, yükün ağırlaşıyor bu kez, tempon düşüyor ve diğer yakalamak istediklerine yetişemiyorsun. Yine de yakaladıklarınla yetinmeyip kovalamacaya devam ediyorsun. Bazen kaçtıklarından-kaçındıklarından birine yakalanıyorsun. Ama koşu bitmiyor. Belki geride kalıyorsun, belki yolundan sapıyorsun (sonradan “yola gelmek” şansını koruduğunu düşünerek!), ama koşu bitmiyor.

Bazen şaşırıyorsun ve kovalandığını unutuyorsun, kaçtığını düşünmüyorsun ve yalnız kovaladığını düşünüyorsun; tam, yakaladım işte, derken, yakalanıveriyorsun! Bazen şaşırmıyorsun ve biliyorsun, hem yakalanmak, hem yakalamak üzere olduğunu biliyorsun. Yani bir tuhaf gerilim! Belki yaşamanın bilincinde olmanın zevki burada, yaşama sevincinin...

Peş peşe dizili günleri tespih çeker gibi yaşayabilirsin. Ama elbet çekişten çekişe fark olmalı. Mistik bir molla gibi tevekkülle çekersen, kaderine mahkûmsundur. Ama bir de yedi belaya meydan okuyan, kaldığı yerde duramayanlara özgü delifişek tespih çekmeyi düşün: Şakır şakır... Seninki de bu misal olmalı... Her yeni günü, merakla ve umutla ve merakla ve umutla ve merakla... Yani, sevinerek, öfkelenerek, saçmalayarak, ciddileşerek, kıskanarak... İşte tespihin imamesine bir kez daha varmışsındır bile...

Hele bir de gözlerindeki sevecen parıltı, bir başkasının dudak uçlarında kıvrılıveren gizli gülümsemeye dokununca, bu temas, en katı gerilimlerini lapalaştıracak enerji transferi yaratabilir. Keyifsizliğinin orta yerinde...

Keyfin yok; canın sıkkın. Biliyorum. Benim de... Ama olsun...

Hem zaten, ara sıra beliriveren can sıkıntısı, hüzün gibi duygular olmasa, neşenin, mutluluğun, inancın “diyalektiği” ortadan kalkmaz mı? Yaşayamadığın başarıların ve yaşadığın yenilgilerin etkisinde üzülmeyi ve yine üzülmeyi, “yeni” bir yaşama anlayışı alışkanlığı olarak kabullendin mi, bütün olup biteceklere kendi özgür iradenle karar vermen gerektiğini unutmuşsun demektir.

Ama Şimdi’yi de unutmayacaksın!

Şimdiyi hatırlamak, bugüne sığmayı kabullenmemektir. Kabullenilmiş bir zaman ve mekâna ait bir şimdi, kendini hatırlatmaz, onun ayrımına varılmaz.

Şimdi’yi hatırlamak zorundasın, ama şimdi’yi hatırlarken, geleceği de yaşayabilirsin. Yani? Şimdi’yi unutmak elbette kendini aldatmaktır. Kendini aldatmayı başarmak kolay değil. Şimdi’yi kabullen[me]mek ve geleceğe inanmak iki kere yaşamaktır. Öyleyse? Ne güzel! Hem şimdi’yi yaşamak ve hem yarını yaşamak, aynı anda iki kere yaşamak, ömrü uzatmaktır! (Melih Pekdemir, Anne Bak Kral Çıplak!)