Faşizm özellikle Almanya’da ideolojik eksenini ırkçı milliyetçiliğin oluşturduğu ve işçi sınıfının geri kesimlerini de içine alan bir küçük burjuva hareketi olarak gelişmiştir.

Faşizm özellikle Almanya’da ideolojik eksenini ırkçı milliyetçiliğin oluşturduğu ve işçi sınıfının geri kesimlerini de içine alan bir küçük burjuva hareketi olarak gelişmiştir. Toplumsal statülerini kaybeden küçük-orta boy burjuva kesimlerinin ve lümpen proletaryanın öfkesini örgütleyen faşistler, bunu bir kitle hareketine dönüştürmüştür. Faşizmin kitle temelinin bu özelliği, başlangıçta toplumun geniş kesimlerinde bir yanılsama yaratmıştır. Bu nedenle gerek III. Enternasyonal Yürütme Kurulu, gerekse dönemin sosyalist/komünist partileri ideolojik faaliyetlerini esas olarak faşizmin sınıfsal özünü açığa çıkarmaya yönelttiler. İkinci Dünya Savaşı öncesinde insanlığın ilk kez karşılaştığı bir siyasal-toplumsal hareket olan faşizmin bu özelliğini Nazi hapishanelerinden çıkıp gelen, Bulgar devriminin önderi Georgi Dimitrov (biraz da şaşkınlık duyarak) şöyle anlatıyor:

“Faşizmin en gerici biçimi olan Alman tipi faşizmdir. Sosyalizmle ortak hiçbir yanı olmamasına karşın kendi kendine Nasyonal Sosyalizm adını verecek kadar yüzsüzdür. Alman faşizmi sadece burjuva milletçiliği olmayıp, şeytani bir bağnazlıktır da. Siyasal gangsterlik biçiminde bir devlet sistemi, işçi sınıfına ve köylülerin, küçük burjuvaların ve aydın kitlenin devrimci unsurlarına uygulanan bir provokasyon ve işkence sistemidir. Ortaçağ barbarlığı ve canavarlıktır o; öteki uluslara karşı zaptı raptı olmayan bir saldırıdır” (Dimitrov, 1976: 52. Faşizme Karşı Birleşik Cephe, Çeviren; Ali Özer, I. Kitap, Ser Yayınları, Ankara).

SINIFSAL ÖZÜ AÇIKLAMA ÇABALARI

Faşizmin sınıfsal özünü açıklama çabalarının sol içi nedenleri de vardı. Bu dönemde bazı sosyalist teorisyenler bile faşizmi, salt bir küçük burjuva ve lümpen proletarya hareketi ya da iki temel sınıfın (burjuvazi ve işçi sınıfı) üzerinde yer alan bir yönetim biçimi olarak tanımlama eğilimindedir. Örneğin; Avusturya Sosyal Demokrat Partisi sol kanadının eski lideri ve İkinci Enternasyonal’in kurucularından Otto Bauer bu isimlerden biridir. Bauer, faşizmi, “bütün sınıflar (burjuvazi ve işçi sınıfı) üzerinde kurulmuş bir egemenlik biçimi” olarak tanımlamaktadır (Otto Bauer, 1999: 100-102. Faşizm ve Kapitalizm içinde, Sarmal Yayınları, İstanbul).

Dimitrov ve III. Enternasyonal Yürütme Kurulu yaptıkları çözümleme ve değerlendirmeler sonucu, haklı olarak bu tanıma şiddetle itiraz ediyor ve “Hayır, faşizm ne sınıfların üstünde var olan bir güç ne de küçük burjuvazinin ya da yozlaşmış proletaryanın iktidarıdır. Faşizm finans kapital (mali sermaye) iktidarının ta kendisidir” diyorlar (Dimitrov, 1976: 53).

Alman Komünist Partisi’nin 1933 öncesindeki etkili teorisyenlerinden, III. Enternasyonal yöneticisi August Thalheimer gibi kimi sosyalistler ise, faşizmin sınıfsal özü konusunda bir tereddüt taşımamasına karşın, tekelci sermayenin bu yönetim biçimini daha çok sınıflar dışı toplum kesimlerinin diktası anlamında ve “Bonapartizm”e yakın şekilde tanımladılar. (August Thalheimer, 1999: 37. Faşizm ve Kapitalizm içinde).

FAŞİZM VE BONAPARTİZM

Marx’ın, 1851’de Louis Bonaparte’ın Fransa’da bir tür darbeyle iktidara geliş sürecini analiz ederken (Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i adlı kitabı) yaptığı ve daha sonra “Bonapartizm” olarak literatüre yerleşen yönetim biçimine ilişkin değerlendirme, faşizm tartışmalarında da sıkça karşımıza çıkar. Burjuvazinin ulusu yönetme yeteneğini yitirdiği, ancak işçi sınıfının da iktidarı elde edemediği koşullarda, yani bir bakıma “pat” durumuna özgü bir rejimdir. Asker ve sivil bürokrasiyi de içeren küçük burjuva karakterli bir hareketin alt sınıflara, sınıf dışı kesimlere (lümpen proletarya) tutucu taşraya dayanarak iktidarı ele geçirmesi demek olan Bonapartizm ile “faşizm” arasında benzerlik kuran faşizm tanımları yaygındır. Engels, Louis Bonaparte’ın “burjuvazinin sınıfsal egemenliğini, onun siyasal egemenliğine son vererek kurtardığını” belirterek, bu rejimin en yetkin tanımını yaptı (Friedrich Engels; Önsöz/ Karl Marx, 1976: Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, , May Yayınları, İstanbul).

Yani Bonapartist iktidarlarda küçük burjuvazinin siyasal iktidarı geçici, ama gerçektir. Oysa faşizm, Bonapartist yönetim biçimlerinden tam da bu nedenle ayrılır. Çünkü, faşist rejimlerde küçük burjuvazi gerçek anlamda siyasal iktidara da gelmez. Faşist bir rejim altında büyük burjuvazi hem sınıfsal varlığını hem de siyasal iktidarını korur. Bonapartizm, sözünü ettiğim özellikleri nedeniyle, daha çok islamcı-faşist hareketler ve iktidarlarla benzerlik gösterir.

Faşizmin tarih sahnesine çıkışıyla birlikte sosyalistler arasında başlayan tartışma, ister istemez bütün çabanın onun sınıfsal özünü açığa çıkarmaya yönelmesini de beraberinde getirdi. Çünkü, sosyalistlerin faşizmin sınıfsal özüne yaptıkları ısrarlı vurgunun bir başka nedeni de, faşist önderliklerin sınıfsal özlerini sürekli olarak gizleme gereği duymaları ve hatta kendilerini anti-kapitalist ve emekçilere, işçi sınıfına dayalı bir siyasi hareket olarak tanımlamaya çalışmalarıdır. Örneğin, İtalya’da Mussolini’nin Faşist Parti’sinin vurucu gücü olan “Kara Gömlekliler” bazı taşra kentlerinde fabrikalara el koyarak kapitalistleri kovmuş, Almanya’da Nazilerin yükseliş günlerinde de Hitler, kapitalistlerle ilişkilerini kamuoyunun gözünden saklamak için aşırı dikkat göstermişti.

“Parti iki taraflı bir oyun oynamak zorundaydı. Bir yandan Strasser, Goebbels ve deli Feder, nasyonal sosyalistlerin gerçek ‘sosyalist’ ve para krallarının düşmanı olduklarını bar bar bağırarak halkı aldatırken, öte yandan, partinin yaşaması için para sahiplerinden bol bol para sızdırılması gerekiyordu. (...) Hitler, 1931 yılının son yarısında Almanya’yı baştan başa gezdi, iş çevrelerinin belli başlı kişileriyle konuştu. Bu konuşmaların bir kısmı çok gizli geçiyor, dağ başlarında, tenha yerlerde yapılıyordu.” (William Shirer, 1968: 230. Nazi İmparatorluğu, 1.Cilt, Ağaoğlu Yayınevi, İstanbul).

Sonuç olarak, bu nesnel durumun beslediği öznel ortam, sosyalistleri faşist hareketlerin esas olarak sınıfsal özlerini açıklamaya yöneltiyordu. Ancak, bu tutum zamanla faşizmi ortaya çıkaran özgün nedenlerin incelenmesini, kitle temelinin analizini ve ortalama insana hitap edecek derinlikte bir ideolojik mücadelenin yürütülmesini engelledi. Bütün dikkat, faşizmin sınıfsal özü üzerinde toplanınca, onun kitle tabanının, harekete geçirdiği yığınların özellikleri yeterince incelenemedi. Bu teorik ve sosyolojik boşluk günümüze kadar geldi. Benzer bir durum İslamcı-faşist hareketler için de söz konusudur.

Önümüzdeki hafta, bir gazete yazınının sınırları içinde (belki bu sınırları biraz zorlayarak, makale oylumunda bir ya da en çok iki yazıyla) İslamcı-faşizm konusunu incelemeye çalışacağım. Daha çok, Türkiye örneğinden hareketle İslamcı-faşizan hareketin hem kitle tabanının Bonapartist özelliklerini hem sınıfsal özünü hem de Necip Fazıl Kısakürek’in temellerini attığı ideolojik dokusunu ele alıp tartışmayı deneyeceğim.

Not: Yaşar Ayaşlı adlı bir arkadaş, geçen haftalarda Ergin Yıldızoğlu’nun “Yeni Faşizm” adlı son derece zihin açıcı, öncü fikirler içeren ve nitelikli bulduğum kitabı hakkında sendika.org adlı web sitesinde bir eleştiri yazdı. Ardından karşılıklı bir tartışma yürüdü. Ayaşlı, adabıyla yürütemediği bu tartışmayı net olarak kaybetti. İsim yapmaya çalıştığı anlaşılan bu arkadaş, hayli uğraştığı görülen yazılarında, bir yandan teoride yeniliğe, gelişmeye ve yenide üretime kapalı bir “selefi” olduğu gibi, diğer yandan da bilgisizliğin verdiği temelsiz bir ukalalık içinde. Çünkü, kendisini sosyalist hareketin trafik polisi sanıyor. Bu nedenle olacak, sosyalistleri tasnif etmeye, yaftalamaya, geleneklerini sorgulamaya vs. kalkışıyor. Bu kendinden menkul ukalalık, bilgisizlik ve görgüsüzlükle birleşince çekilmez oluyor. Örneğin, Yıldızoğlu ile tartışmayı ilerletemeyince, “Kitabını Sol Kemalist Merdan Yanardağ beğenmiş, o halde tezlerin yanlış” diye saçmalıyor. Sataştığı başka kişiler de var. Öncelikle belirteyim, “Sol Kemalist” olmak da ayıp değil, ama ben Marksist bir sosyalist ve devrimci olduğumdan eminim. Ancak, pek devrimci gerekçelerle, liberal tezleri savunan bu arkadaş, hem ne olduğunun hem de ne söylediğinin farkında bile değil. O nedenle, önce uzun bir yanıt vermeyi düşündüğüm halde, sonra “değmez” diye vazgeçtim. Bu not fazla bile!