‘Derin devlet-derin PKK işbirliği’, ‘Kandil-Silivri tezgâhı’, ‘kaos planı’ vb… imiş.


‘Derin devlet-derin PKK işbirliği’, ‘Kandil-Silivri tezgâhı’, ‘kaos planı’ vb… imiş.
Eğer beyinsizlik ürünü değilse, ne ikiyüzlüce palavralar bunlar. Ayrıca bir tezgah varsa, polise yapılacak saldırıları önceden bilenlerle saldırıyı düzenleyip “artık, tek hedef AKP” mesajını verenler arasında aranmalı.
Amaç, MHP’yi baraj altına itip ‘demokratik ve sivil’ bir anayasa yapabilsin diye mecliste AKP’nin önünü açmak; onun için de milliyetçi oyların AKP’ye yönelmesini sağlamak, bunun anahtarı da AKP’yi MHP’den de koyu bir PKK düşmanı olarak algılatmak değil mi? Polisi ‘ileri demokratik rejim’in teminatı olarak ilân edip, AKP ile polis arasında özdeşlik kurulmasını sağlamak ise bu tezgahın hazırlayıcı ayağı; ki, bu işin başını çekenler de başbakanın kendisi ve ‘siyaset bilimci’ baş danışmanı.
Kaset çirkefliği de aynı tezgahın başka bir ayağı; bir de bugünlerde ne kadar çok PKK’lı öldürülürse o kadar kâr.
Kan dökülüyor; üstelik de artarak ve bunun baş sorumlusu, AKP iktidarı.
‘Kürt açılımı’ dedi; Yeni Dünya Düzeni’nin kimlik bazlı paradigmasının yerli piyonları, bunu ileri bir adımmış gibi pazarlamaya kalktılar; hâlâ öyle olduğunu sanmaya devam eden eblehler de bol miktarda: Gerilim ve kopuşun giderek yoğunlaşması karşısında “her şey ne güzel gidiyordu, en azından ümit vaat ediyordu, hay Allah, niye böyle oldu” diyorlar, tabiî bu sefer de ‘kaos planı, derin devlet-derin PKK ittifakı’ türünden yemlere takılmaya peşinen hazır şaşkınlar olarak.
‘Kürt açılımı’ yemini ortaya süren, insanları bütün münferit ve arızî (cinsiyet, dil, din, mezhep, etnisite vb…) özelliklerinin ötesinde eşit vatandaşlar olarak görüp yaşatma idealinin çok ama çok gerisindeki bir iktidar: Eşit seçme-seçilme hakkımızı gasp etmekte ısrarlı; örgütlenme hakkını ise, gasp etmenin de ötesinde, ültra-modern bir feodalite içinde eritmenin peşinde. Ültra-modern bir feodalite; zira, taşeron merkezli bir ‘esnek istihdam’ zemininde, hak yok patrona biat, itaat ve sadakat esas, cemaatleşme de kaçınılmazdır; yani, faşizmin korporatizminden de daha geri ve karanlık bir sistem.
Roman ve Alevî açılımları da aynı projenin mütemmim cüzleri; ayrıca, utanç verici bir oto-oryantalizmin tezahürleri. Örneğin ‘Alevî Çalıştayı’ dediğiniz anda, aslında Alevî’yi, üzerinde inceleme yapılacak, Alevîliği de kendi dışından tanımlanacak bir nesne konumuna indirgerken, nesne karşısında üstünlüğe sahip özne konumunu da kendi tekelinize alıyorsunuz demektir. İster açıkça sorulsun, ister sadece zihinde tutulsun “dertleri ne bunların, ne istiyor bunlar” soruları, hiç de masum sorular değildir: Alevîsi de, Romanı da, Kürdü de, bir insan olarak sen ne istiyorsan onu istiyor, sen neyi kendine dert ediniyorsan onu dert ediniyordur. En basitinden, her hasta, derdini doktora kendi dilinde anlatmak ister ya da hiçbir hrıstiyan, oğlunun zorla sünnet edilmesini veya oğlunu sünnet ettirmek zorunda kalmayı istemez. Kısacası mesele, kimin ne istediği değil, herkesin ne istediğini açıkca dile getirme ve o yönde faaliyette bulunma hak ve imkanına ne kadar sahip olduğudur.
AKP, etnik-mezhepsel temelde ‘açılım’lar başlatmakla, sınıfsal sömürü ve egemenlik ilişkilerine tümüyle kör bir problematiği tedavüle sokmanın yanı sıra, çiftli bir kurnazlığın alt-yapısını da kurmuş olmaktadır: Açılıma konu edilenler, kendilerine özel bir ihtimam gösterilme maskesi altında, gerektiğinde çoğunluk adına denilerek her türlü zulme hedef edilebilecek bir azınlık konumuna indirgenirken, kendi aralarında bölünüp çatışır hâle gelmelerine yol açacak (en azından açması beklenen) bir temsiliyet sorunu içine itilmiş de olmaktadırlar.
AKP’nin bu işe girişirken esas güvendiği, Amerikalılardır. Bir yandan onların baskısıyla, bir yandan da kendi sağlayacağı bazı avantajlar karşılığında Erbil yönetimi nötralize edilirken, Kandil’dekilerin bir bölümünün ülkeye dönmesi özendirilecek, geriye kalanlar da Amerika tarafından tasfiye edilecektir. İçeride ise, silahlı unsurların yaptırım gücünün vazgeçiriciliğinden yoksun kalmış hareket direncini kaybederken, daha geniş kitleler de ‘halkla ilişkiler’ düzeyini aşmayan birkaç cambazhane gösterisi desteğinde ekonomik temelli-din kisveli bir cemaatleşme sürecine sokulup tümüyle apolitik kılınacaklardır.
Ancak ABD, AKP’nin umduğu gibi Kandil’i ‘temizlemez’: Terörle mücadelede ‘biz’i yalnız bırakır. Oysa, Erdoğan, Kandil’e karşı bir ‘koalisyon gücü’ oluşturulmasını bile teklif etmiştir, Afganistan’dakine mümasil: Yeryüzünü ‘darül İslam’-‘darül harp’ ayırımı üzerinden algılayan köktendincide, ‘biz’dekiyle (buradaki ‘biz’, BDPlisinden MHPlisine uzanan bir ‘biz’dir) örtüşen bir vatan kavramı, dolayısıyla şu ya da bu ölçüde anti-emperyalist bir refleks bulunması beklenemez.
AKP için, iş başa düşmüştür: KCK operasyonları başlatılır. Önü zaten kapatılmış olan sivil siyaset, artık  hukuka en aykırı şekilde cezalandırılmakta, seçim yaklaşırken Hizbullah canilerine fiilî af çıkartılıp dinci terörün desteği sağlanmaya çalışılırken, Gülenci gazetelerin yazarları da muhtemel BDP (bağımsızlar) başarısını peşinen gayri meşrû ilân eder nitelikte yazılar kalem almaya başlarlar.
Bütün bunlar karşısında kandırılmaya, tuzağa düşürülmeye, oyunun geçersiz kılınmaya çalışıldığını, seçtiklerinin zulme uğratıldığını görüp infiale kapılan, bu duruma isyan eden insanlar yok, ‘derin devlet’le ‘derin PKK’nın birlikte hazırlayıp uygulamaya koyduğu ‘Silivri-Kandil tezgahı’ vardır; ki, kasetlerin pek etkili olmadığını görürlerse, bu tezgâhta Bahçeli’nin de parmağı olduğunu yazacak bir Taraf yazarı da mutlaka çıkar.