Fatih Akın’ın The Cut filmi büyük bir iktisadi fiyaskoyla sonuçlandı. Perde önündeki olaylardan çıkıp arkasındakilere baktığımızda sonuç çok acı. İlk önce Cannes Film Festivalinde gösterilmedi film, yarışma bölümüne seçilmedi, resmi açıklamaya göre Fatih Akın kendisi filmini geri çekmiş! Bir insan başvuru yaptığı yarışmadan niye kendi filmini çeksin ki? Olsa olsa yarışma bölümüne seçilmemiştir, kabul edilmeyince reddedilmek daha ağır olacağı için kendi isteğiyle filmini geri çekmiştir diye açıklama yapılmıştır. Ama bu işin sadece bir yönü.

İkinci yönü, ticari açıdan filmin büyük başarısızlığı oldu, film genel olarak Almanya’da da yeterince seyirciden ilgi görmedi, üstelik genel anlamda Alman Sineması tarihinin büyük kriz dönemlerinden birini yaşarken… Fatih Akın’ın sineması ulusal ve uluslararası başarısı nedeniyle Almanya’nın sembol isimlerinden biri haline gelmişti. Özellikle son çeyrek yüzyılın batı sosyolojisinin büyük keşfi olan interculturel-kültürlerarası çalışmalara yönelim ve meşruiyet, doğudan gelmiş bir yönetmen nezdinde Batıda yaptığı filmler ile büyük ve özgün bir ses bulmuş gibiydi.

Gelin görün ki Fatih Akın’ın Türkiye’de siyasi iktidarla arasında herhangi bir mesafe yoktu, iktidar için zararsız bir fenomendi, hatta başarılı ve kullanışlı bir fenomen. Ama iş The Cut ile Ermeni Sorununun 100. Yıldönümü için bir film yapmaya geldiğinde, siyasi iktidardan bir destek alamadı, ondan sonra ise The Cut’ın senaryosuna baktığımızda, Fatih Akın’ın filmografisinde büyük bir düşüşe karşılık geliyor. Niçin? İlk önce hiçbir ciddi festivalde hiçbir ciddi başarı kazanamadı. İkinci olarak film büyük oranda yaptığı ön satışlar ile kendini kurtardı, oysa filmi ithal eden firmalar zararlar ettiler. Bu da gelecekte yapacağı filmler için çok sakıncalı durumlar yaratabilir. Mesela Fransa’da her filmi bir olay olan Fatih Akın’ın filmlerine baktığımızda, The Cut gündeme bile giremedi.

Yönetmenin filmin ardından verdiği söyleşilere baktığımızda “bu bir soykırımdır, bu bir soykırım değildir” tartışmasında söylediği şeylerin zerre kadar tarihsel bir önemi yok, hatta ucuz kahramanlık taslayan bir hali de ver. Akın’ın gerçek anlamda 1915 Olayları hakkında açıkça bir bilgisinin olmadığı, daha da önemlisi, bu tip tarihsel trajedileri anlayacak entelektüel formasyona sahip olmadığı da net. Ki işin gerçeği, bu konuda en mükemmel söz de Ermenicede karşımıza çıkıyor, onlar anadillerinde ne trajedi, ne soykırım diyorlar, olayın adı Türkçede “büyük felaket” anlamına geliyor.

Gerçek anlamda Fatih Akın bir aydına karşılık gelmiyor. Ve daha önceki yaptığı ve çok başarılı olan filmler: Duvara Karşı ve Yaşamın Kıyısında filmlerine baktığımızda, pek çokları şaşıracak ve ne alakası var diyecek, ama sinema sektöründe Türkiye’de olan aklı başında herkes çok iyi bilecek ve anlayacaktır ki senaryo açısından derin yardımlar almıştır. O metinlerin kendi kaleminden çıkmış olması ilanihaye mümkün değildir.

Türkiye esastan ilginç bir ülke, bu ülkede neyin ardından kimin olduğunu bilmek ve anlamak uzmanlık gerektirir. Türkiye’nin ciddi uluslararası her başarısının ardında, siyasi iktidarın rolünü görmek ve bunu kabul etmek, millet için bir eziyet olabilir, ama acı olan şu ki doğrudur, ben bunu yazmakla siyasi iktidara övgü düzmüyorum, acı olan, milletin siyasi iktidar karşısında ezik halinin somut bir fenomenini yazıyorum sadece.

Bu ülkede büyük bir devlet var, büyük bir siyasi iktidar aygıtı var, millet ise bu iktidar fenomeninin ardından hep figüran olarak kalmış, millet ezik ve iktidarın karşısında el pençe divan duruyor. Yüzyıllarca millet iktidarı tarafından adam yerine konmamanın ve siyasi iktidara karşı isyan etmenin ne kadar büyük trajedilere davetiye çıkarmaktan başka bir anlamı olmadığını göre göre yaşıyor.

Bu ülkede millet acıların tarihi ile yoğrulmuş, ünlü insanlar ise bu acıları pazarlaya pazarlaya ve esastan milletle ve onun acılarıyla duygudaşlık ve kardeşlik hissi yaşamadan “dünya sahnesine” çıkıyor. Bu ülkede gerçek acı, kendi aydınlarının da milletin tarihine ve hatta acılarına yabancılaşmış olmasından doğuyor.