15 Nisan günü İspanya Kralı Avrupa Parlamentosu’nu ziyaret eder. Onuruna düzenlenen resepsiyona, İspanyol Komünist Partisi’nin de içerisinde bulunduğu Sol Birlik (Izquierda Unida) yekten katılmayı reddeder. “Biz cumhuriyetçiyiz. Monarşiyi kabullenemiyoruz” diyerek de gerekçesini açıklar.

Gelelim Podemos’a. Partinin at kuyruğu saç stiliyle tanınan popüler sözcüsü Pablo Iglesias zor bir tercihle karşı karşıya kaldıklarını gizlemiyor. Gitmedikleri takdirde aşırı solun geleneksel pozisyonuna takılı kalacaklardır. Katılmaları halinde ise, “Kast” diye yerin dibine batırdıkları partilerin temsilcileriyle, monarşi yanlıları ve hainlerle kuşatılacaklardır. Düşünürler taşınırlar; önceki kral Juan Carlos’u yolsuzluklarla özdeşleştirmekle birlikte, hâlâ toplumun önemli bir kesiminin monarşiyi benimsediğini göz önüne alarak davete icabet etmeye karar verirler. Çünkü politik değişim için gerekli toplumsal kesimleri daha baştan yabancılaştırmanın gereği bulunmadığını düşünmektedirler. Bir hoşluk yapmaktan da geri durmazlar. Iglesias davete her zamanki spor kıyafeti ile sökün eder. Eylemini Kral’a bir (Game of Thrones) DVD’sini sunmak fantezisiyle süsler. Bu dolayımla “rejim krizi mesajı verdik” tarzı açıklamalar “minareyi çalanın kılıfını hazırlamasına” benziyor doğrusu. Iglesias’a haksızlık etmeyeyim ama, Gül’ün davetine ayaklarında Converslerle koşa koşa giden Genç Siviller’i hatırlamaktan kendimi alamadım.

Cumhuriyet ile Monarşiyi karşı karşıya getirerek, İspanyol İç Savaşının acı hatıraları üzerinden önemli bir kitleyi kaybedip, sadece geri kalanları ikna etmeye çalışmanın reel politika açısından elverişli olmadığı varsayılabilir. Ne var ki, etik ve ilkeli davranan birilerinin olması da gerekmez mi?
Bu ikilemi, 7 Haziran’a yol alırken yerel politikaya tercüme edersek; çoğunluğu Sünni ve muhafazakâr bir toplumda, “Ben kendimi inançlı bir Müslüman olarak tanımlıyorum. Kız kardeşim başörtülü olduğu için öğretmen yapılmadı” açıklamasının bir karşılık bulacağı inkâr edilemez. Üstelik bu ifadenin samimiyetine de içtenlikle inanıyorum. Bu açıdan HDP’nin benimsediği hattı anlamak zor değil.

Ne var ki, Birleşik Haziran Hareketi belki de zoru seçerek yola, “Laik ve Bilimsel Eğitim” talebi ve 13 Şubat’ta gerçekleşen okul boykotu ile koyuldu. Gerici dalgaya karşı bilimi, Aydınlanma değerlerini, seküler bir yaşamı savunma sorumluluğunu üstlendi. Bir anlamda “iki hattı siyasetten” ilkelisini, muhtemelen kısa vadede etki alanı sınırlı olanı seçti. Kendine umut bağlayan, çeşitli illerdeki eylemlere destek veren, AKP’yi geriletmek için sandıkta farklı seçeneklere yönelecek kimseyi düş kırıklığına uğratmaya da hakkı bulunmadığını düşündü. BHH’nin seçim tavrını bu çerçevede değerlendirmekte yarar var. Yoksa sokağı fetişleştiren, sandığı küçümseyen bir tavır içerisinde olamayız. HDP’nin yüzde 10 barajını aşabilmesini, CHP’nin üye sayısını artırmasını önemsemeyen bir konumda bulunsak, pekâlâ kendi adaylarımızı çıkarır, önemli bir propaganda ve örgütlenme fırsatını tepmezdik.

Seçim sonuçlarına ilişkin ben de Alper Taş’ın temennisine katılıyor, olası bir CHP-HDP koalisyonuna (tabii arzularsa KP de) soldan muhalefete talip olduğumuzu ilan ediyorum.

Ama sonuç ne olursa olsun anti-emperyalist, anti-kapitalist, laik, Aydınlanmacı, kamucu, dayanışmacı bir seçeneği var etmek için 8 Haziran’dan tezi yok “Haziran ruhuyla” mesaide, gerekirse fazla mesaide olmak zorundayız.