Unutma, unutmasın sana unutma dediğimi duyanlar da: bu yazıyı gazete değil, dik başlı ağaçlar yayımladı, sırtı gökyüzüne dönük çağlayan ince sular, yıllar sonra sürgünden dönenin evinin kapısını tokmaklarken omzuna oturan sâkin güneş…

Fazlasız şair, fazlasıyla şiir

Şeref Bilsel

İyilik, erken çekilmiş bir bıçaktır, parıldar gümrah
karanlığın içinde uykulu
duyduğumu görüyorsan sorun yok. burada dinlenelim biraz. biraz dinleyelim duymadıklarımızı da… sabah kalkınca geceden kalan ormanın yarısının yok olduğunu duyalım. söz açmak için bir şeylerin yok olması gerekir. yok olan her vakit uykusuzdur biraz da. dil açılmadan, açılmıyor aşk. iyilik yüzükoyun kalıyor olduğu yerde. işte bütün bunlar için uykusuzluk şart. tarih için, siyaset için, tabiat için bütün kapıları açılacak gövdenin, kuş kalmayacak üzerinde. hiçbir şey yapamıyorsan hiçbir şey yapamadığını unut; omzuna düşen dalgın tüye üfle, sonra otur dinlen. seninle birlikte dinlensin başını taştan taşa vurarak akan suyla sözlenen alfabe. insan, kaybettiğini kaybetmiş mi oluyor; yoksa ‘kaybettiğini’, bir ‘kaybedilmiş’ olarak kazanmıyor mu? gümrah karanlığın içinde uykulu, iyilik erken çekilmiş bir bıçak mıdır ki parıldar böyle susuz?

Cinayet gibi açık unutulmuş gözlerdir, dağılır içimizden
apansız dökülenler kuşkulu
açıkta kalanı çocuğun gibi sev. bu duyguyu şiire taşıyacaksan “oğlum” de; oğul ağza gelen, ağzı dolduran bir ses kumanyası taşıyor; kızım demek sızıyor ağızdan: ‘gidenim’ demek gibi, başkaları ‘gelin’ diyor bu sevinçli sızlanışa. arının oğul vermesi güzeldir, kendisi için değil sade. neyi yıkacağını bize söyle, kiminle büyüyeceğini öğrenmiş ol böylece. önündeki haritaya sırtını dön, böylece doğu, batı’ya yürüsün batı doğu’ya; yönsüz kal toprağın açlığı karşısında, senden taşan aşk karşındakinde kabarıp tekrar sana dönsün; her şey senden çıkıp sana varsın, hem seçen hem seçilen ol, her şey her şey ruhunda dalgalanıp bedeninde durulsun. öteki, erisin sende; yağmurun gölde erimesi gibi. yunus’ta boğulmuş rimbaud’yu; homeros’ta gözlerini kaybetmiş borges’i gör. toprağı nereye gömeceğini sana düşündürten güzel gözlerine, güneşli bir arastadan geçerken erken gitmiş çocukların hatırına yeniden inan. İçimizden apansız dökülen kuşkulu, cinayet gibi açık unutulmuş gözler midir dağılır?

Loş ışıklar altında uyuyan sözcüklerdir, seslenir
ruhun yeşil çığlığıyla duygulu
ölümün, unutmanın, itiraf etmenin loşluğu değil mi bu? ve fakat varsa bir ruhu gidenin, yemyeşil olmaz mı zamansız yıkılan hatıranın bize bakan boşluğu. olmaz mı giden, gelmiş gibi erkenden? ‘nasıl’ sözcüğünü düşün! ‘ne asıl’ olan, düşün. yağmurla, sana çiçek olsun diye kıydığım kırlar içinde düşün; düşerken değil, düş içinde düşün: ırmağın üzerinde titreyen son yaprağı düşünerek düşürebilirsin. bütün bunlar olsun, olsun da ne kalacak geriye baktığımız şeye ad olan sözcükle beraber düşmekten başka? insansın, sana benzemeyenlerden uzaklaşarak aldın bu adı. bu ad- isim olmadan önce- seni aldı götürdü sözcüklerin harfleri alıp götürmesi gibi. gibi ile çünkü, bizi benzemediklerimizle yan yana getirip sona açıklamaya soyunan, elindeki feneri kendi yüzüne tutan sonradan görme zenginler. ruhun yeşil çığlığıyla duygulu, loş ışıklar altında uyuyan sözcükler midir seslenir?

Âlemsin hevesi sende yıldızlanır yetimlerin, çalışkandır
yorgun bir abdal mavi gözlerinde kaygulu
yürüdüğümüz unutulmasın kederle zılgıt içinde kol kola. ’k’ ile içten kol kola. karaçi’de, kosova’da, korsika’da, kazablanka’da, kandahar’da, keşmir’de, kahire’de, konya’da yürümemiş olsak da, elinden merhamet tutan biri, daha annesinden ayrıldığı ilk gün, nasıl yürümemiş sayılır buralarda. insan, yürüyerek gitmek ister burdur- kütahya, bizim hissettiklerimiz bu hayat için fazla. bu şehirler arasında kurulmuş görülmez duvarlar içinde nice insanın kesik eli var mı? insan yalan söyler, taş söylemez, sinan’ı insan yapan taş kendi içine bakar, dedikodu yapmaz. yorgun bir abdal mavi gözlerinde kaygulu, âlemsin hevesi sende mi yıldızlanır çalışkan yetimlerin?

Lekesi sevincin hızıyla birden çoğalır, kalbindir
sarışın hüznün çalışkan tıkırtısıyla kurulu
uçsuz bucaksız bir vadide otları yatıran rüzgâr mıdır üzüntü, esiyor içimden yüzüme doğru. o sudan biz de içtik, geç kaldık sevgilinin evine. yağmur yağsın da beraber gidelim dedik. olmadı. her şey kurudu. madem sen bu kadar güzeldin, ben niye bu kadar geç kaldım güzelliğine? dolsun isterim: bana keder veren bütün hikâyeler, seni bir hikâye olmaktan kurtaracak iyiliğinin yerine. unutma, unutmasın sana unutma dediğimi duyanlar da: bu yazıyı gazete değil, dik başlı ağaçlar yayımladı, sırtı gökyüzüne dönük çağlayan ince sular, yıllar sonra sürgünden dönenin evinin kapısını tokmaklarken omzuna oturan sâkin güneş… el ele verdiler, ağzıma baktılar. bizi izleyen haberlerin içinden usulca aktılar, dışarıda yağmur yağıyordu ama sesi yok; aşırı yaşlanma yoksullara oranla zenginlerde daha sık görülüyor. bu metin bitmek üzereyken ekseninden kaymasın isterim, şiir olsun diyenlere gitsin: eşyadan kurtulduğum gibi bir eşya gibi alınıp satılan harflerden de kurulayım, sonsuz kalayım. bir derdim olsun, beni sokaklardan toplayan, kendi yasımla evli kalayım. oldu galiba ama bir şiir böyle bitmez tabii. sarışın hüznün çalışkan tıkırtısıyla kurulu, lekesi sevincin hızıyla birden çoğalan kalbin midir?