Aziz Nesin, 1995 yılındaki bir telefon konuşmalarında, amcama, “Vatanımız bok içinde ve daha da çok boka gitmekte. Ama marifet, güllük gülistanlık vatan için değil, bok içindeki vatan için bir şeyler yapabilmeye çalışmaktır. Neden? Çünkü bizim vatanımızdır da ondan” demişti

Felç

Babam yetmiş beş yaş eşiğinde bastıran felç atağını hasarsız atlatınca, büyük yazar, büyük mücadele adamı, büyük romantik Aziz Nesin’in -amcam Ataol Behramoğlu’nun ‘Aziz Nesin’li Anılar’ kitabında okuduğum- 23 Temmuz 1984 tarihli mektubunu hatırladım: “O sıra, geceli gündüzlü, Aydınlar Dilekçesi işiyle uğraşıyordum. Daha sonra inme inince, bu girişim aksadı, gecikti. İnme inmesinin başlıca nedeni, o toplantıda açıkladığımız ülkemizin acıklı durumu ve aydın olarak düştüğümüz onursuzluktan kurtulma yolları aramaktı. Karar verdim, bir hafta dayanacaktım, bir gelişme olmazsa kendimi öldürecektim. Çok ‘anti Aziz’ bir hastalıktı çünkü. Ama yirmi dört saat sonra sağ ayak parmağım oynayınca, ölümü yeneceğimi anladım. Çünkü bu dünyaya serçe parmağımızın ucuyla bile dokunabiliyorsak, ne olursa olsun, yaşamayı sürdüreceğiz.”

Çok ‘anti Behramoğlu’ bir hastalığın atlatılmasının sevinciyle okuduğum satırlar, babamın ve gençlik yılları fırtınalı geçmiş bütün bir ilerici-devrimci kuşağın durumunu da başka gözle görmemi sağladı. O kuşağa seslendiği 1961’deki bir konferansına, “Türkiye’nin durumu efca, yani fecinin fecisi” diye başlayan Aziz Nesin, 1995 yılındaki bir telefon konuşmalarında, amcama, “Vatanımız bok içinde ve daha da çok boka gitmekte. Ama marifet, güllük gülistanlık vatan için değil, bok içindeki vatan için bir şeyler yapabilmeye çalışmaktır. Neden? Çünkü bizim vatanımızdır da ondan” demişti. Salt bireysel-fizyolojik rahatsızlıklar değil, ülkemizin acıklı durumu ve onun için bir şeyler yapamama duygusu da tetikliyordu felci, boyun eğmemeyi onur meselesi sayan insanların gövdelerinden başka bir elektrik geçiyordu, birdenbire anladım.

Sözün tam burasında: “İlk bulutu, ilk kuşu senin ufkunda tanıdıysam / Bağrında kırlarının geçtiyse çocukluğum / Dostluğu, özlemi, aşkı senin dilinde yoğurduysam / Acıların da acılarımdır sevgili yurdum.” Türkiye’nin durumu efca iken Kadıköy’de bir tiyatroda oynanmakta olan oyunu fanatik bir güruhun saldırısına uğradığında, gazoz şişesinin dip kısmını masada parçalayarak elde ettiği ‘silah’la tiyatronun kantininde Aziz Nesin’i korumaya alan Nihat Behram’ın dizeleri de, “Türkiye için bir şeyler yapabilmeye çalışacağız, daima” diyor bana.

Yine bir mektubunda, “Sokrates ölümü göze almalıydı ve ölmeyi seçti, ama Galile yaşamayı göze almalıydı ve yaşamayı seçti” diyen Aziz Nesin’in ışığında soruyorum kendime: Sokrates miyim, Galile mi? Sokrates değilsem, Galile olmak için ne yapmaktayım, “yaşamayı göze almak ve yaşamayı seçmek” ne demek? 70’inde yazdığı bir mektupta, “Yetmiş Yaşım Merhaba kitabım için tek eleştiri çıkmadı. Sanki öteki kitaplarım için çıkmış mıydı? Gerçekten bu bana karşı güdülen yok saymayı hiç anlamıyorum. Aslında anlıyorum da, anlamış olmaktan utanıyorum” diyen Aziz Nesin’i utandıran şeyden utanıyorum önce, bir yerden başlayacaksam utançtan başlıyorum.

“Kendi değerlerini yok etmeyen, yemeyen devlet. İşte Batı’da -hiç olmazsa- bu var” diyen Nesin, Türkiye Yazarlar Sendikası’nın Sanat Günleri’nin ilkine katıldığında oradaydım. Sahnedeki unutulmaz konuşmasında, sadece halkın çoğunluğunun değil devletin de aptal olduğunu söylerken, ömrü boyunca maruz kaldığı baskılardan, ayıplardan, alçaklıklardan söz ediyordu aslında. ‘Zübük’ler her daim devletli, her devirde baş köşeye kurulmuş; biz neredeyiz, ne yapmaktayız peki? “Kabahat senin -demeye de dilim varmıyor ama-”

Akrep gibisin, serçe gibisin, midye gibisin, sönmüş bir yanardağ ağzı gibisin, koyun gibisin, dünyanın en tuhaf mahlukusun (hani şu derya içre olup deryayı bilmeyen balıktan da tuhaf) diye sayıp döküyordu Nâzım ne olduğumuzu ya, “Sokrates gibisin, Galile gibisin” diyeceğimiz insanı, o halimizi, öyle olmayı özlüyorum ben. Özlüyorum da ne mi yapıyorum? “Düşün Yayınevi’nden son olarak Resul Hamzatov’un ‘Benim Dağıstanım’ adlı kitabı çıktı. Nefis bir kitap” diyor 9 Haziran 1985 tarihli mektubunda Aziz Nesin, ben de gidip kitabı bulmuştum sahafta yıllar evvel, o kitabı okuyorum bugün örneğin. Şimdi yok olup gitsem, kitaplığımda o kitabın neden Aziz Nesin kitaplarıyla yan yana durduğunu kimse anlayamayacak olsa da yaşamayı göze alıyor, iyiyi-güzeli-aydınlık olanı büyütüp yaşatmayı, duygumu-düşüncemi devrimci bir gazetede yayımlayarak paylaşmayı seçiyorum.

Bu yazıyı tasarlarken Aral Gölü ile ilgili bir belgesel çıkıyor karşıma. Kıymetleri bilinmeden yitip giden değerlerimiz ve kıymeti bilinmeden yok edilen Aral Gölü zihnimde birleşip imgesel yoğunluğa erişirlerken, belgeselde konuşan Kazakistanlı bir yurttaş, “Dağıstanlı Resul’ün sözlerini hatırla” diyor, “Sen geçmişe tabancayla ateş edersen, gelecek sana topla hücum eder.” Aziz Nesin olmasaydı, bu cümledeki Dağıstanlı Resul’ü fark etmeyecek, duymayacaktım bile. Yaşamayı seçtim madem, Aziz Bey’den devraldığım mirası son nefesime kadar koruyup yeni nesillere aktarmayı, bu uğurda aydınlanma neferi olmayı, gericiliğe karşı kavgayı seçiyorum. Gelecek, çocuklarımıza hücum etmesin diye…
Felcin sebebi, bizi biz yapan her şeyin yağmalanıp, belleğimizi oluşturan insanlarla mekânların üzerinden silindirle geçilmesi. Bu dünyaya serçe parmağımın ucuyla değil on parmağımla dokunabiliyorken uyumamayı seçiyorum öyleyse, memleketimin halini oturup yazmayı, Melih Cevdet’in ‘Telgrafhane’sindeki gibi durmadan sesler alıp sesler vermeyi. Dağıstanlı şair, “Emeğiyle yararlı işler yapmamış, güzellikler yaratmamış, yürekten dostluk nedir bilmeyenler için dağlarda, ‘Saçları ağarana dek yaşadı ama dünyaya gelmedi’ derler” diyor ya, doğmayı seçiyorum ben, dünyaya gelmeyi, insan olmayı.