Türkiye’de yapılan felsefe çalışmalarını özgün de olgun da bulmuyorum. Rahatsız edici olan, kişinin kendi çevirisi ya da başkasına çevirttiğinin başına “özgün” adını vermesidir. İnsanın birçok yapıtı kendisine ait gibi göstererek bir yere varamayacağı açıktır. Yapabiliyorsa bir tek yapıt ortaya koymalı ve bu da günahıyla sevabıyla kendisine ait, özgün olmalıdır.

Felsefe çalışmaları özgün ve olgun değil

İBRAHİM KARAOĞLU

Felsefe hocası Prof. Dr. Şahin Yenişehirlioğlu'nun “İnsan Varlığı ve Özgürlük” adlı eseri Fransa’da da okurla buluştu. Leonardo da Vinci'nin doğum yıldönümünde verilen 2015 yılı Sanat İnsanı Onur Ödülü'ne UNESCO nezdinde yer alan UPSD (Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği) tarafından layık görülen Yenişehirlioğlu'nun ayrıca oyunculuk deneyimi de var. 1964 - 1974 yılları arasında Panthéon-Sorbonne Üniversitesi'nde felsefe alanında lisans, yüksek lisans ve doktora yaptıktan sonra Türkiye’ye dönen ve felsefe, sanat teorisi, estetik üzerinde çalışmalar yürüten Yenişehirlioğlu'yla felsefe ve sanat üzerine konuştuk.

Türkiye’de yapılan felsefe çalışmalarını, özgünlüğü ve olgunluğu yönünden nasıl değerlendirirsiniz? Yapılan çalışmalarda Batı felsefesinin referans noktası olarak alınması konusunda neler söylemek istersiniz?

Türkiye’de yapılan felsefe çalışmalarını özgün de olgun da bulmuyorum. Doktora ve doçentlik tezleri, felsefe dergilerinde çıkan felsefe yazılarının aktarılması doğaldır; fakat aktarmaya yorum getirilmesi eksiktir. Rahatsız edici olan, kişinin kendi çevirisi ya da başkasına çevirttiğinin başına “özgün” adını vermesidir. İnsanın birçok yapıtı kendisine ait gibi göstererek bir yere varamayacağı açıktır. Yapabiliyorsa bir tek yapıt ortaya koymalı ve bu da günahıyla sevabıyla kendisine ait, özgün olmalıdır. Tezlerde, makalelerde, kitaplarda sorun hep aynıdır. Kant, Hegel gibi dehalara baktığımızda kitaplarının sınırlı sayıda olduğunu görürüz. Akademisyenler de özgün yapıt yaratma peşinde olmalıdırlar. Bence özgün eser, eserlerin en alasıdır. Bir eser, özgünse olgunluk içerebilir, eski deyimle ihtiva edebilir. Çevirilerde de sorun aynıdır. Çeviri yapanlar, bir tek dil bilip felsefeye de meraklı olunca, felsefi kelimelerin anlamını tam bilmeden çeviri yaptıklarında anlam karmaşasına yol açıyorlar. Özellikle gelişmiş ülkelerde çeviri yapanlar, çeviri yaptıkları alanda yetişmiştirler ve çeviri yaptıkları dile de egemendirler. Bizde ise öyle değil; ayrıca öğretim üyelerinin çoğu da yabancı dile hâkim değil. Türkiye’de çeviri yayınlarda bu sorun var. Felsefinin kendine özgü dili zaten zor bir dildir. Türkçe bu konuda gittikçe gelişme göstermekte, eskiye oranla artık bir terminoloji elde edilmektedir. Böylece, bir metni yazmakta ya da çevirmekte ortak kavramlar, ortak deyimler, ortak sözcükler iyice artmaktadır.

Ayrıca bu konuya ek olarak şu da söylenmelidir ki, yapılan çalışmalarda Batı felsefesinin referans noktası alınması hem gerekli hem de yeterli değildir. Bütün felsefeler referans alınmalıdır. İslam düşüncesi, Afrika, Doğu, Çin, Güney Amerika dahil, olan bütün düşünceler, düşünce birikimleri ele alınıp incelenmeli, doktorada tez olarak sunulabilmelidir. Yani bu alanlarda araştırma yapılabilmelidir.

Türkiye’deki felsefe çalışmalarının biraz içine kapanık olduğu gözlenmektedir. Bizdeki felsefenin gelişerek (ya da olgunlaşarak) Batı’daki çalışmalarla bütünleşmesinin veya rekabet edebilmesinin önünde ne gibi engeller görmektesiniz?

İçine kapanıklıktan kastı pek anlayamadım ama şunları söyleyebilirim: Türkiye’deki akademik felsefe çalışmaları genellikle Batı felsefesi üzerine ve ülkemizle bağlantılı olarak da İslam felsefesi üzerine yapılıyor. İçine kapanık olması biraz doğal çünkü Türkiye’de çalışanların ilk önce bu ülkedeki insanları, üniversite gençliğini, toplumu aydınlatması gerekiyor. İlk hedef ülkemizin insanıdır, Almanya’daki Alman’a Kant’ı anlatmak durumunda değiliz; anlatılabilir de ama esas hedef ülkemizdeki insanlardır, ülkemizdeki gençliktir, ülkemizdeki entelektüel yaşamdır. İsteyen yabancı dilde de yazıp Almanlara, İngilizlere, neye, kime istiyorsa ona derdini anlatır; ama üniversiteler de buna dahil olmak üzere ilk önce eğitimin Türkçe olması gerekir ve yapıtların Türkçe yazılması önemlidir. Türkiye’de felsefe alanındaki entelektüel anlatılar çözümlemeler geliştirilmeli bilgi alanı derinleştirilmelidir; amaç bu olmalıdır, bundan sonra yurtdışına dönük anlatılarda bulunmak, yayınlar yapmak söz konusu olabilir.

Türkiye’de Batı felsefesi üzerine olan çalışmaların Batı’daki çalışmalarla bütünleşmesinin olanağı hem vardır hem yoktur; özgünleri varsa bütünleşebilirler. Aksi takdirde bu bütünleşme gerçekleşemez. Rekabet edebilmek de anlamsızdır; çünkü felsefede rekabet olmaz, felsefe bireyseldir ve rekabet etmenin anlamı yoktur. Siz ciddi bir çalışma yaparsanız, hangi dilde yazarsanız yazın, günün birinde değerini bulacaktır. Peki, rekabet edebilmenin önünde ne gibi engeller görünmektedir? Bir kere, Batı’ya dönük ve Batı dünyasında bir çalışmamızın yer almasını istiyorsak, en başta İngilizce, Fransızca, Almanca gibi dillerde yazmak gerekiyor. Ayrıca, bu yazının da orada kaç kişi tarafından okunacağı ayrı bir durumdur. Türkiye’de bir dergide Türkçe yayımladığınız bir felsefi anlatının daha çok kişi, özellikle de genç tarafından, okunma şansı yüksektir. İsteyen istediği yörelere açılabilir; ama benim için ilk hedef, Türk toplumuna felsefi bilgiyi Türkçe olarak ulaştırabilmektir, bunun için de ülkemde hocalık yaptım ve yazılar yayımladım.

Günlük hayatta birçok kişiye normal gelen bir olgu ya da kavramın, bir felsefeci için felsefi değeri olan bir problem olarak değerlendirildiğini görmekteyiz. Felsefi değeri olan bir problemi ortaya koyma süreci nasıl işlemektedir? Bunu bir sağduyu olarak kabul edersek eğer, bu sağduyuyu nasıl bir eğitim ile geliştirebiliriz? Kısacası, size göre felsefe eğitimi nasıl olmalıdır?

Bu soru çok doğru. Örneğin “ödev” kavramını düşünelim, bu kavram, tıpkı “özgürlük” kavramında olduğu gibi, felsefi alanda felsefi değeri olan bir problemdir. Oysa herkes için özgürlük kavramı doğal bir hakmış gibi görünür ve tarih de bunun böyle olmadığını gösterir. Eğer tarihte efendi ve köle varsa ki, günümüzde yeryüzünde her yerde efendi ve köleler vardır, böyle bir olgu temelde hak ve özgürlük sorunudur. Dolayısıyla bunlar felsefi değeri olan bir problem olarak ortaya çıkar. Temelde de felsefi değer bize özgürlüğün, hak ve hukukun ne olduğunu ayrıntılı bir biçimde anlatır. İnsan için var olan bütün sorunlar, tarihin içinde bir sepette yer almaktadır ve içinden seçebildiğiniz kadar seçebilirsiniz. Günümüzde de zaten tarihi işlemeyi sürdürüyorlar. Felsefi değeri olan bir problemi ortaya koyma sürecini bir sağduyu olarak kabul etmiyorum, bir zorunluluk olarak görüyorum. Bu da çok ciddi bir akademik eğitimle geliştirilebilir. Felsefe eğitimi de yedinci sınıftan itibaren, öğrenciye ciddi kaynaklar ve metinler çerçevesinde derin bir bilgi olarak verilmeye başlanmalıdır. Üniversitede de felsefe eğitimi, aynı biçimde çok ciddi boyutlarda özgün yapıtlara dayalı olarak özgün bilgiler çerçevesinde verilmelidir. Bu da felsefe tarihi ve felsefenin genel kavramlarına yönelik iyi yetişmiş, entelektüel, gerçek anlamda bilgili ve özgün yanı olan bir öğretim kadrosu tarafından verilen bir eğitimle mümkündür.

felsefe-calismalari-ozgun-ve-olgun-degil-807818-1.

Düşün, felsefe ve sanat dergilerinde yayınlarınız var. İnsanın varoluşu ve kültür ilişkisi üzerine neler söylemek istersiniz? Kültürün bir öğesi olarak sanat eserinin insanın varoluşuna etkisi nasıldır? Ontolojik ve estetik bir kategori olarak “sanat eseri” nasıl değerlendirilebilir?

Gençliğe ve kamuya açık dergilerde yazı yazmayı ve felsefe bilgisini öğrenci olmayan kişilere de ulaştırmayı ve tartışmaya açmayı çok önemli bir amaç olarak belirlemiştim. Sadece üniversitenin duvarları arasında kalmak yeterli değildi. Bu duvarların ötesine de gücüm yettiğince ulaşıp gençleri aydınlatmayı bir ödev edinmiştim. Dolayısıyla Cumhuriyet Dönemi’nin içinde oluşan kültür dünyasıyla kendi ölçülerimce payımı ortaya koymak istemiştim. Kısacası, Cumhuriyet kültürü içinde benim de sınırlı bir katkımın olması, benim kendi varoluşum için bir temel öğeydi. Çünkü insanın varoluşunu hem maddi hem de manevi kültür belirler. Ama kültürün varlığını da hem maddi hem manevi açıdan insan belirler. Bu bir diyalektik ilişkidir. İç içedir ve iç içelik de hem insanın varoluşunu hem de kültürün varlığını biçimlendirir. Kültür olmaksızın insanın varoluşu anlam kazanamaz, kültür insana bir dünya kazandırır. Bu dünya hem yerel hem de evrensel olan dünya kültürü ile beslenir. Tabii ki böyle bir ilişki de kültürün bir öğesi olarak sanat yapıtı da, insanın varoluşunu mutlak bir biçimde etkiler. Aklıma hemen J. P. Sartre geliyor ve A. Camus’yü düşünüyorum. Her ikisinin de yapıtları ülkemizde de koskoca bir kuşağı, duygu, düşünce ve bilgi çapını şiir, sinema ve tiyatro alanında belirledi. Aynı biçimde, Godot’yu Beklerken oyununda S. Beckett’ı düşünüyorum. Ama ortaokul, lise çağlarında bizim kuşaklar H. R. Gürpınar, R. N. Güntekin ki, onun homongolos tiplemesi çok çarpıcıdır, Y. K. Karaosmanoğlu ki, onun da Yaban’ı başka ufuklara götürür, gibi yazarlarımızın da etkisinde kalmıştı. Ayrıca, çağdaş dünyada plastik sanatlarda resim ve heykelin çok büyük bir önemi var. Yaşayan Türk ressam Ekrem Kahraman’ın yapıtları uzay çağındaki insanın varoluşunun kaybolmuşluğunu dile getirir. Neşe Erdok’un resimleri ise Anadolu kırsalındaki insanın içinde bulunduğu yabanıl durumu da simgeliyor. Utku Varlık’ın yapıtları eklektik bir biçimde geçmiş kültürlerin imgelerinin fantastik bir biçimde gerçeğinin üstüne dayanır, bir boyutuyla bize kültürel tarihi anlatır. Mehmet Güleryüz’ün yapıtlarının içinde insanın varoluşunun biçimsel öğesinin psikolojik bir anlatımla biçim değiştirişi ve bir tür başkaldırışı vardır. Zafer Gençaydın’ın soyutlamaları insan ve doğanın anlatısının büyük renkli gölgeleri olarak simgesel imbilgisini ortaya koyuyor. Alaaddin Aksoy, resim dünyasında yozlaşmış yeryüzü ortamında insan figürünün nasıl değişime uğrayarak çürümüş bir hal aldığını, derin bir psikolojik melankoli içinde vurguluyor. Bedri Baykam’a gelince, modern dünyanın insan, toplum ve dünya anlatısını, evrensel değerlerin insanı nasıl bağladığını sadece çizgiler boyutuyla yozlaşmış anlatılar çerçevesinde ve bize gösteriyor. Sinemanın filozofu olan Metin Erksan bize Yılanların Öcü’nde ve Susuz Yaz’da yerelin evrensele nasıl yükselebileceğini özgün bir anlatı çerçevesinde, siyah beyaz kareler bağlamında gösterdi. Atıf Yılmaz, Türk sinemasında “kadın” denen varlığın özgürleşme serüvenini bireyin çatısında ele alarak, onu bütün baskıların ötesine çıkmış ya da çıkmak isteyen bir varlık olarak anlattı. Ankara Sanat Tiyatrosu kırk beş yıldır Beckett, Brecht, Sartre, Nâzım Hikmet, Yaşar Kemal gibi yazarların evrensel anlatılarını birçok genç kuşağa anlatılmasını cesur ve devrimci bir sanatla ortaya koyuyor. İşte bu birkaç örnek sanat yapıtının varlığına ilişkin bilginin ontolojik ve estetik boyutuna eşdeğerdir. Bu ontolojik ve estetik kategoriler izleyicinin-okuyucunun-görenin-düşüncenin varoluşunu kökten etkiler, değiştirerek bir başka evreye taşır. Bu ise hem sanatın hem sanatçının ve hem de ikisini de izleyenin değişimini ortaya çıkarır.