Solda konumlanan feminist bilinç, toplumsal cinsiyet eşitliği yönündeki isteminin emeğin istem ve ihtiyaçlarıyla bütünleşmesi anlamına geldiğini kabul etse de, emeğin anlamının değişmesini de istemektedir.

Feminizm neye çare!

Feminizmin ve buna bağlı olarak kadın hareketinin politika ve mücadelesini, kabaca, toplumun her alanında cinsiyet eşitliği (gender) yönünde gelişme-iyileşme sağlamak olarak tanımlarsak, bu mücadeleyi, kadın meselelerini toplumsal-siyasal gündem maddesi yapmaktan cinsiyet eşitliği konusunda “sonuçlarda eşitlik” anlamına gelecek gelişmelere uzanan uzun bir yol olarak tanımlayabiliriz. Bu uzun yolda, 8 Mart’lar da bu yolun neresinde durduğumuz ve geçen yıllar içinde nasıl bir yol aldığımıza ilişkin hem bir değerlendirme hem bir hatırlama/hatırlatma olarak düşünülebilir. Bu değerlendirme ve hatırlatmalardan ortaya bir soru çıkacağı da açık: buradan ileriye nasıl gidilebilir? Bu bağlamda, genel olarak feminizmin birçok ülkede hayal kırıklığı yarattığını söylemek de abartı olmaz.

Cinsiyet eşitliği istemleri ikinci dalga kadın hareketinin başlıca istemi; tüm feminist akımların da ortak noktası. Ancak, toplumsal cinsiyete verdikleri anlam ve bunu gerçekleştirme konusunda öncelikli olarak gördükleri alanlar açısından, feminizmin farkı türleri söz konusu. Kısacası, bugün yalnız liberal, sosyalist ve radikal olmak üzere üç temel yaklaşım değil, farklı önceliklere göre çevreci, üçüncü dünyacı, post-modern, sömürge sonrası, İslamcı feminizm gibi birçok feminizm var. Ancak, her bir feminist akımın kendilerine göre haklı argümanları olsa da, bu çeşitlenmeyi bir dağınıklık olarak görmek de mümkün. Çünkü bu dağınıklık içinde hem hedefler hem izlenecek yol haritası açısından belirsizlik ve karmaşa ortaya çıkmakta.

Bu karmaşaya rağmen ve belki de bu karmaşa nedeniyle, düşünce sistemi, ekonomi ve siyasal anlayışıyla tüm dünyada egemen olan liberal yaklaşımın, feminizme de egemen olduğu ve kadın hareketinde “liberal veya eşitlikçi feminizmi“ hakim kıldığını söylemek doğru olur. Bir açıdan bakıldığında, kadın hakları ve istemlerinin sınıfsal bir niteliği olmadığı ve temelde cinsiyet eşitsizliğinin giderilmesi istendiğine göre, liberal feminizmin genel kabul görmesinde şaşılacak bir şey yok. Öte yandan, kapitalizmin egemenliği ve yalnız ekonomi değil sosyo-kültürel bir yapıya dönüştüğü düşünüldüğünde feminizmin ve kadın hareketlerinin neden liberal anlayış çerçevesinde biçimlendikleri ve hareket ettiklerini anlamak da mümkün. Ancak, feminizmin eşitlik talepleri istihdam, çalışma koşulları, sosyal politika gibi alanlara uzandığında liberal feminizmin buna uygun yanıtlar vermesinin mümkün olmadığı da ortada.

Ayrıca, BM’ce kabul edilen ve birçok ülke tarafından onaylanan Kadınlara Karşı Her Türlü Ayırımcılığın Önlenmesine Dair Sözleşme’nin(CEDAW), bu anlayışı yansıttığı da unutulamaz. Özetlersek, ekonomiye dokunmayan, her şeyi siyasetten, hükümetlerden bekleyen bir anlayış diyebiliriz. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde, feminizmin ve kadın hareketinin varlık ve güç kazanmasında CEDAW’ın belirleyici rolü dikkate alınırsa, kadın hareketi ile hükümetlerin benimsediği politikaların buna göre biçimlenmesini anlamak da kolaylaşır.

Kuşkusuz CEDAW’ın cinsiyet eşitliğine dayalı anlayış ve öngördüğü politikaların, birçok ülkede kadınlar adına bazı kazanımlar sağlanmasına katkıda bulunduğunu yadsıyamayız. Ancak, daha çok normatif düzeyde kalan bu gelişmelerin hem cinsiyete dayalı anlayışın değişmesi hem kadınların sosyo-ekonomik durumlarının iyileşmesi açısından fazla bir şey getirdiği söylenemez. Tabii ki, bunun nedenlerinin CEDAW’’ı aştığı ve gelişmekte olan ülkelerin sosyal, ekonomik, siyasal, kültürel yapılarından kaynaklanan birçok engelin bulunduğu söylenebilir; doğru da olur.

Benzer bir durumu, BM’nin Ekonomik, Sosyal, Kültürel Haklar (ESKH) Sözleşmesi ile ILO’nun çalışma yaşamı ve koşullarıyla ilgili sözleşmelerinin durumunda da bulmak mümkün. Bu sözleşmeler de, özellikle günümüzde, hiçbir ülkede ekonomik gerçekliği aşıp var olan koşulları iyileştirmek açısından bir güvence ve gelişme sağlayamamaktalar. Ülkelere göre değişen ölçülerde de olsa, çalışma yaşamında işsizlik, enformelleşme, esneklik, güvencesiz işlerin kural haline gelmiş olması da bunun açık göstergeleri.

Aslında BM’ nin kendi hazırladığı raporlar da, birçok ülkede cinsiyet eşitsizliğinin hala çok ciddi olduğunu, ekonomik krizler, finansal yetersizlikler, bütçe kısıtlamaları nedeniyle bu eşitsizliklerin daha büyüdüğünü ortaya koymakta. BM’nin buna karşı önerileri, özetle, toplumsal cinsiyete duyarlı sosyal koruma önlemlerinin artırılması yönünde ama bunun nasıl yapılacağı belirtilmemekte. Zaten, BM’in, sunulan raporlar üzerinden denetleme yapmak ve tavsiye niteliğinde bir şeyler söylemek dışında yapabileceği bir şey de yok. Sorumluluk ve görev ulus devletlere ait; onların ise, en başta ekonomik krizler, sonra toplumsal çalkantılar, siyasal gerginliklerle başları dertte olduğundan ne niyetleri ne de güçlerinden anlamlı bir şeyler beklemek mümkün. Ülkemizde olduğu gibi, iktidardaki hükümetlerin sağcı, muhafazakar yapıları da ayrı dert tabii!

Bu gerçekler bir başka gerçeğe işaret etmekte: ESKH ve ILO sözleşmeleri gibi CEDAW da güvence ve gelişme sağlamaktan uzaksa, feminizmin ve kadın hareketinin uluslararası sözleşmelerden ötede bir şeylere ihtiyacı var demektir. Bunu da, kısaca, toplumsal-siyasal güçlenme ihtiyacı olarak özetlemek mümkün.

Tabii, bu ihtiyaçtan söz etmek kolay da, gerçekleştirmek zor. Çünkü, CEDAW’ın etkisinin sınırlı kalmasını doğuran nedenler kadınların toplumsal-siyasal açıdan güçlenmelerine de engel. Bu konuda, erkek egemen toplum anlayışının derinliği ve buna bağlı olarak toplumsal cinsiyet eşitliği taleplerinin küçük bir toplumsal kesime hitap etmesi, örgütlenme alışkanlığı ve olanağının sınırlı kalması, bu nedenle kadın hareketinin dar bir kesimi kapsaması gibi toplumsal; kadınların siyasal yaklaşımlarının farklılaşması, parti aidiyetinin kadın örgütlenmesinden önce gelmesi, siyasal partilerin kadınları ve istemlerini vitrin malzemesi yapılması gibi siyasal nedenler sayılabilir. Tabii, tüm bunları daha derinleştiren bir neden de, kapitalizm ve neo-liberal politikalarla ilgili. Hatta kapitalizmi ve neo-liberal politikaları, paternalizm gibi cinsiyet eşitliğinin sağlanmasını engelleyen ana nedenler arasına koymak doğru olur.

Neden derseniz, en başta, kadınların eşitlik sitemlerinin önemli bir kısmının sosyo-ekonomik haklar ve sosyal politikalarla ilgili olduğunu hatırlamak gerekir.. Öte yandan, hem düşünce hem hareket olarak feminizmin ve kadın hareketinin, bugünkü gibi orta ve üst tabakanın, eğitimli ve yüksek gelirli kadın kesiminin uğraşı olmaktan çıkıp geniş kesimlere yayılması için, alt-gelir gurubundaki kadınların istemlerini ana gündem maddesi yapmasına ihtiyaç var ki, bu da ekonomik sistemi konu etmeden olmaz. Aksi halde, feminizm, beyaz ve eğitimli kadınların “elit” uğraşı olmaktan öteye gidemez. Kısacası, kadının istihdama katılımı, ücret ve çalışma koşullarının iyileşmesi, formel sektörde çalışıp sosyal güvenceye kavuşması, yuva ve kreş olanaklarının sağlanması, evde sağladığı bakım (care) hizmetinin değer kazanması gibi birçok istem, sosyo-ekonomik haklarla ilgili; bu hakları dikkate alacak biçimde düzenlenen sosyal devlet ve sosyal politikaları gerektirmekte. Bunun için de, en başta, neo-liberal politikalara veda etmek gerekmekte!

Ayrıca, siyasal yapı ve demokratik işleyişin de ekonomik sistem ve politikalar içinde belirlendiği unutulamaz. Bugün, sosyal devlet açısından en ileri uygulamaların olduğu ülkelerde bile sosyo-ekonomik haklarda aşınmalar yaşanıyorsa, demokrasiyi ve siyasal iktidarları sınırlayan koşulları görmek gerekmekte. Öte yandan, bugün kadınların istediği gibi kadının temsili açısından sorunlu olan bu alanı “pozitif ayırımcılık” gibi yasal düzenlemelerle daha eşitlikçi bir duruma getirmekle eşitlik sağlanmasını beklemek de zor. Olsa olsa, ekonomik ve toplumsal açıdan güçlü olan birkaç erkeğin yerini bir kaç kadın almış olur. Bugünkü manzara da, bu! Var olan koşullar düşünülürse siyasete katılımın ciddi bir ekonomik birikim ve güvence gerektirdiği ortada; zengini daha zengin, fakiri daha fakir yapan bugünkü koşullarda ise ne alt katmanların ne de kadınların siyasete katılmaları mümkün! Kısacası, var olan yapısı ve işleyiş biçimiyle siyasal temsilde eşitlik bir hayal! Bu sonucun değişmesi isteniyorsa, ekonomik sistemi olduğu gibi, siyasal sistemi de değiştirmekten başka yol yok!
Bu gerçekler, feminizmin bugünkü tıkanıklığını aşmak istiyorsa, düşünce sisteminden politikalarına kadar birçok konuda bir tartışmaya ve dönüşüme ihtiyacı olduğunu göstermekte. Gerçi, feminizmin de sosyal demokrat düşünce gibi, kapitalizmin ve neo-liberal politikaların egemenliğine dokunmadan ülke bazında politikalarla durumu kurtaracağını düşündüğü söylenebilir. Durumu kısmen kurtardığı ülkeler de var kuşkusuz ve bu gelişmeler, Batı ve Kuzey Avrupa ülkeleri ve “düzenlenmiş kapitalizm” olarak adlandırılan sistemler için geçerli. Bu noktada, kadınlar ve feminizm için en ileri gelişmelerin sosyo-ekonomik haklar ve sosyal refah devleti yönünde en ileri uygulamaları sağlamış Kuzey Avrupa ülkelerinde gerçekleşmiş olması da çok şey anlatmakta. AB’nin, özellikle istihdam politikaları açısından toplumsal cinsiyet eşitliğini anaakamlaştırma (mainstreaming) yönündeki politikalarının bu ülkelerde karşılık bulması, buna karşın Akdeniz ülkeleri ile Doğu Avrupa ülkelerinde gelişme sağlamaktan uzak kalmasının en doyurucu açıklaması da sosyal devlet anlayışı ve sosyal politikalardaki farklılıkla ilgili.

Öte yandan, bu ülkelerde cinsiyet eşitsizliğinin ortadan kalkmasından çok, bazı kadınlara devredildiğini söylemek doğru olur. Kısacası, daha fazla kadın çalışma yaşamı girer, ya da kariyerinde üst basamakları tırmanırken, ev işleri ve bakım hizmetlerinin alt gelir gurubundaki ve özellikle göçmen kadınlara devredildiği görmezlikten gelinemez. Ülkemizde de geçerli olan bu durum nedeniyle, küresel bir bakım zinciri oluştuğundan söz edildiğini de biliyoruz. Bu durumun, feminizm açısından pek övünülecek bir durum olmamasının yanında, neden geniş kadın kesimlerine ulaşamadığının açıklaması olarak anlamı büyük.

Konu oldukça boyutlu; bu yazıda tüm boyutlarıyla ele almak mümkün değil. Bu nedenle, anlatılanlardan çıkarılabilecek bazı sonuçlara değinmek doğru olacak. Her şeyden önce, feminizmin, liberal düşünceyle değilse de, liberal ekonomi ve politikalarla ciddi bir çelişkisi olduğunu kabul etmesi gerekmekte. Bu çelişki, istihdam, çalışma koşulları, gelir ve ekonomik güçlenme gibi kadın için ciddi bir eşitsizlik alanında hareket edebilmesi, söyleyecek söz bulması açısından da, bugünkü dar kapsamlı bir hareket olmaktan çıkması, çok daha geniş kadın kesimine hitap edebilmesi açısından da vazgeçilemez önemde.

İkinci olarak, feminizmin cinsiyet eşitliği taleplerinin genel olarak “eşitlik” kavramı ve anlayışıyla yakından ilgili olduğu ve toplumda bu anlamda gelişme sağlanmadıkça cinsiyet eşitliği konusunda iyileşme sağlanamayacağının görülmesi gerekmekte. Yani, feminizm, toplumda büyük sosyo-ekonomik eşitsizlikler durdukça, cinsiyet eşitsizliğine de kör kalınacağını kabul etmek durumunda.

Kuşkusuz bunların farkında olan feminist hareketler de var. Bunlardan bir kısmı, toplumsal cinsiyet eşitliği ile sınıf ilişkilerinin birlikte düşünülmesi gerektiğini söylerken, bir kısmı da toplumsal cinsiyet ile emek ilişkisini –ücretli ve ücretsiz ayrımı yapmadan- bir bütün içinde merkeze almak, özel ve kamusal alanı buna göre düzenlemek, bu çerçevede hak ve güvenceler getirmek gibi farklı yaklaşımlar getirmekte. Bu yaklaşım içinde, ev içi (care) ve ev dışı işler aynı haklara sahip olurken, hem işsizliğin önlenmesi hem özel yaşam için zaman kalması açısından çalışma saatlerinin azaltılması da istenmekte. Ancak, bu istemlerin ekonomik sistemle ilgisi ve bugünkü koşullarda hayata geçmesinin imkansızlığı düşünülürse, bu yaklaşım açısından da öncelikle kapitalist ekonomi ve neo-liberal politikalarla bir hesaplaşmaya gitmek gerektiğine kuşku yok.

Kuşkusuz bunun yalnız feminist düşünce değil, ülkelerdeki kadın hareketleri açısından da görülmesi önemli. Bu da, kadın hareketinin tıkanıklık ve sorunlarının kaynağının, yalnız hükümetler değil aynı zamanda ekonomik sistem ve politikalar olduğunu görmeleriyle mümkün. Bunun, yukarıda kısaca değindiğim engelleri çok ama ileri doğru bir atılım yapmak açısından vazgeçilmez nitelikte.

Ancak böyle bir görüş sağlandığında, kadınlar açısından siyasal bilinç ve siyasal örgütlenmenin gelişmesi mümkün. Bunu sınıf anlayışını benimseme ve solda yer alma olarak özetlemek, bir başka deyişle sol-sosyalist görüş içinde kaybolmak anlamına gelmemesi de gerekmekte. Çünkü solda konumlanan feminist bilinç, toplumsal cinsiyet eşitliği yönündeki isteminin emeğin istem ve ihtiyaçlarıyla bütünleşmesi anlamına geldiğini kabul etse de, emeğin anlamının değişmesini de istemektedir. Yani yalnız ücretli emek değil, ev içi- ev dışı, ücretli-ücretsiz, örgütlü-örgütsüz, hatta çalışan-işsiz demeden emeğe bütün içinde bakmakta, - “toplumsal emek” denilebilir - hepsinin birlikte değerlendirilmesine ihtiyaç duymaktadır. Dolayısıyla, toplum ve çalışma yaşamını bir bütün içinde değerlendiren bu yaklaşımın tümüyle sınıf yaklaşımı ve sınıfın istemleriyle uyuştuğu da söylenemez. Emeğe yaklaşımının farklı olması gibi, erkek ve kadın rollerinin dönüşümünü istemesinin ötesinde, çalışma yaşamı ve toplum yaşamının ciddi biçimde dönüşümü öngörülmektedir.

Ancak, feminist taleplerin kapitalist sistem ve anlayışla uyumsuzluğunun daha büyük olduğu ortada; bu da sol ve feminizm arasında uyum sağlamak üzere yapılacak tartışmalara ihtiyaç göstermekte. Bu ihtiyacı küçümsememek de doğru olur. Çünkü, her ikisinin de tıkanıklık içinde olduğu ve bir yenilenmeye ihtiyaç duydukları ortada. Yenilenmeyi, birlikte düşünerek yapmalarında da büyük fayda olduğunu düşünüyorum. Sonuç olarak, feminizmin, kendi düşünce ve taleplerini siyasal bir görüş ve hareket içinde var edememesi gibi, solun da bugünün değişen koşullarında feminizmin çalışma ve toplumsal yaşamı kökten değiştirecek yaklaşımlarından öğreneceği ve yararlanacağı çok şey var. İçe kapanmak yerine, birbirlerine açılarak oluşacak bir sentez, kadına da, sola da daha fazla vaat içermekte. Umalım ki, yakın gelecekte, her iki alanda da bu tartışmalara yer verilsin.