Bugünlerde uluslararası bazı pr

Bugünlerde uluslararası bazı projelere katılma hazırlığında olduğum için vaktimin çoğu akademik özgeçmişimi güncellemekle geçer oldu. Birçok akademisyen için bu tam bir ızdıraptır. Yapılan yayın, katılman konferans ya da panel, yazdırılan tez, vb. hakkında kayda alınması gereken onca ayrıntı kara bir bulut gibi çöker insanın üzerine. Sağdan soldan zırt pırt talep edildiği için de bir kabusa dönüşür 'sözde' ve yazıda aktarılmaya çalışılan bu geçmiş.

Ama beterin de beteri de varmış... Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin Anayasa Mahkemesi'ne intikali ve Türk Silahlı Kuvvetleri'nin 27 Nisan gecesi web sitesinde yayımladığı bildiri/muhtıranın ardından yabancı dostlarımın yolladığı "Neler oluyor orada? İyi misin?" türünden e-postalara cevap verirken, aktarmaya çalıştığım tarihsel arkaplanı farkında olmadan ve kuşkusuz öfke nedeniyle kişiselleştirdiğimi ve böylece akademik kariyerimi tarifeden yeni bir tür özgeçmiş ürettiğimi farkettim.

Şöyle ki: Başbakan ve iki bakanın asıldığı bir askeri darbeden iki yıl sonra doğdum. İlkokul yıllarımdayken sıkıyönetimle tanıştım. Bir geceyarısı askerler evimize dalıp tek tek her odayı aramıştı. 9 yaşındayken ilk darbeyi gördüm. O günlerden aklımda kalan en canlı anı üç genç insanın darağacı fotoğraflarıdır. Askerler geceyarısı bizim ev dahil bütün mahalleyi ablukaya aldıklarında kimi aradıklarını o fotoğrafları gördüğümde anlamıştım nihayet. Böylece akademik kariyerimin ilk ayağı olan ilkokul yıllarım bir darbeyle maluldür. 18 yaşımdayken ikinci darbeye ve bir dolu idama, işkenceye tanık oldum. Liseyi bitirdiğimde darbe sonrası sıkıyönetim devam ediyordu. Üniversitedeki ilk yılım seçimlerin de yapıldığı yıldır. Yani akademik kariyerimin liseden üniversiteye geçiş dönemi de uzun süren bir sıkıyönetim dönemi ile askeri bir darbe tarafından kuşatılmıştı. Erkek öğrenciler ve öğretim üyelerine sakal, kot pantolon, parka, vb. nin genelgeyle yasaklandığı bir ortamda lisans derecemi aldım. Bu arada YÖK kurulmuş olsa da akademisyen olmaya karar vermiştim (nedense!). Tam doktoramı tamamlamam gereken yıllarda benim çalışmalarımı da yakından ilgilendiren postmodernizm tartışması felsefe ve sosyabilimleri kasıp kavurmaktaydı. Hoş bir tesadüf eseri kariyerimin tam da o dönemine rastlayan darbe 'postmodern' olarak adlandırıldı.

Aradan 10 yıl geçti, internet ve e-posta akademik hayatın ayrılmaz bir parçası haline geldi, literatürü elektronik kaynaklardan tarar olduk, ben de doçent olmuştum ki muhtıra gecikmedi. Bu seferkine "e-darbe" diyorlar. Üstelik bu bildirinin/muhtıranın dili, e-posta ve cep telefonunun icadıyla birlikte gündelik hayatın diline gitgide hakim olan tuhaf bir dil ve üslubun bütün garabetini de barındırıyor. Sınav okurken öğrencilerin bu dil ve üslupla yazdığı cevapların üzerine kalın bir kırmızı kalemle çarpı atmanın beni zamanın ne kadar gerisinde bıraktığını ve kariyerimin muhafaza-karlaşma sürecine girdiğini anlıyorum artık. Şimdi en büyük korkum teorik olarak dört yıl sonra alabileceğim profesörlük unvanı; çünkü anlaşılan akademik hayatım bir darbe takvimiyle çakışıyor ve bu takvim ilerledikçe ben darbenin dilini de kullandığı iletişim teknolojisini de anlamaz oluyorum. Bildiğim kadarıyla MP3 diye bir teknoloji var şimdi; hiç kullanmadım ama bir 'sıkıştırma' tekniği olduğunun farkındayım. Sanırım pek yakında hayatımın ikinci darbesiyle üçüncü darbesi arasındaki dönemde kullanmayı öğrendiğim CD ve DVD teknolojilerinin pabucunu dama atacak. Eğer birileri profesörlüğümü de bir askeri darbeyle taçlandırmaya karar verip, tebligatı da bu yeni 'sıkıştırma' tekniğiyle yaparsa, korkarım zamanın toptan dışında kalma tehlikesiyle karşı karşıya kalacağım.

İşin kötüsü profesörlükten sonra alınacak başka unvan da kalmıyor. Bu durum darbe takviminde neye tekabül eder bilmiyorum ama sadece sözde değil özde de kabusmuş meğer kaydetmeye çalıştığım geçmiş.

Darbe takvimimizle bireysel özgeçmiş arasında kurduğum bu ilişki sadece benim kariyerime özgü değil kuşkusuz. Tersine belki de çoğumuzun zaten yapmaktan usandığı bir şey ya da en azından herkese açık bir perspektif...