Grevler, işçilerin üretimden gelen güçlerini kullanarak, onurları ve ekmekleri için gerçekleştirdikleri kolektif eylemlerdir. İşverenin iki dudağından çıkan sözün karşısında “ben de varım” diyebilmenin adıdır. İşçinin birbirine sahip çıkabilmesinin adıdır.

Türkiye’de ne yazık ki bu hak ciddi kısıtlamalarla karşı karşıya. Suskunluğun egemen kılındığı, sözün tekilleştirilmeye çalışıldığı bir dönemde elbette ki grev sözü birileri için tehdit olarak algılanıyor.

Çünkü grev demek, dayatmaya, angaryaya, hak gaspına, sömürüye güçlü bir “hayır” demektir.

Grev yasakları patronlar için istikrarsızlığın rutin haline geldiği bir dönemde güven vericidir.

Grevi yasaklanan işçinin karşısında bir işveren gönül rahatlığıyla “yalnız değilim, arkam sağlam” diyebilir.

Bu nedenle Türkiye dudaktan çıkanın emir olarak görüldüğü bir rejime sürüklenirken, grev hakkının kalıcı olarak ortadan kaldırılması şaşırtıcı olmayacaktır.

Gürleyen bir ses seçmenden aldığı yetki ile haykırabilir:

“Tez vakitte grev hakkının boynu vurula!”

Zaten grev ertelemesi denen şey, grev hakkının boynunun vurulması değil midir? İşçinin ekmeğine ve onuruna sahip çıkma mücadelesinin boynunun vurulması değil midir?

Pazartesi günü Akbank çalışanlarının aldığı grev kararı Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu üyelerinin imzası ile ertelendi.

AKP hükümetleri tarafından erteleme adı altında yasaklanan grev sayısı böylelikle 11’e ulaştı. Bunların altısı son üç yıl içinde, üç tanesi OHAL döneminde gerçekleşti.

İşçinin yasal bir hakkı ekonomik ve finansal istikrarı bozucu nitelikte olarak görüldü.

Geçen aylarda metal işçilerinin eylemi de milli güvenliği tehdit ettiği gerekçesi ile ertelenmişti.

Geçen hafta yine işverenlerin “yalnız değilim, arkam sağlam” diyebilecekleri bir olay yaşandı. Tüm Taşıma İşçileri Sendikası’nın (TÜMTİS) Ankara Şubesi yöneticileri hapis cezasına çarptırıldı. Suçları büyük! Horoz Kargo işyerinde işçileri sendika üyesi yapmak. Böylelikle Anayasal güvence altında yasalarca korunan bir hak yargı tarafından cezalandırılmış oldu. İşçinin ekmek ve haysiyet mücadelesine bir darbe daha vuruldu. Peki, sendika neydi? İşçinin işveren karşısından ‘ben de varım’ diyebilmesinin aracıydı. İşçinin birbirine sahip çıkabilmesinin adıydı. “Hayır” demenin bir biçimiydi. Elbette boynu tez vakitte vurulmalıydı.

Kıdem tazminatı
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Mehmet Müezzinoğlu, bu ay içinde Adana Sanayi Odası’nın düzenlediği ‘Çalışma Hayatına Yönelik Uygulamaya Konulan Teşvikler’ konulu panelde önemli açıklamalarda bulundu. İşçilerin, işveren zor duruma düştüğünde mağduriyet yaşadığını Kocaeli’nde yaşanan bir örnekle ifade eden Bakan, sorunun çözümünü fonda gördüklerini ifade etti. Bakan diyor ki, “ Bu yıl çalışma hayatının en önemli reformlarından birini kıdem tazminatıyla sağlayacağız.”
Bakan’ın hitap ettiği kesim uzun yıllardan beridir kıdem tazminatını yük olarak tanımlayan ve fon sistemini arzulayan işverenler. Yani referandum öncesinde onlara uzun zamandır talep ettikleri bir vaat hatırlatılıyor.

Fonun bugüne kadar hayata geçememesinin nedeni emek kesiminde kıdem tazminatı konusunda oluşmuş olan duyarlılık. Fona devrin ne anlama geldiğini işçi gayet iyi anlıyor. Sonuçta kıdem tazminatı, Türkiye işçi sınıfının en önemli kazanımlarından biri durumda. İşveren kesimleri sürekli olarak bu hakkın emsal ülkelere göre Türkiye’de gelişkin bir hak olduğunu, işgücü piyasalarındaki katılığın nedeni konumunda olduğunu ifade ediyorlar. “Nasıl oluyor da, Türkiye’de işçilerin bir hakkı başka ülkelerdeki işçilere göre daha gelişkin olur?” Ferman yaklaşıyor: “Derhal boynu vurula.”

Referandum ile yapılmak istenen tek kişiye ferman çıkartma yetkisi verilmesidir. Bizi referandum sonrası hangi fermanların beklediğini ise birkaç hafta içinde yaşanan bu örnekler gösteriyor.