Google Play Store
App Store

44. İstanbul Film Festivali’nde ilk günlerde izleyiciyle buluşan üç film müzisyenler etrafında dönüyordu: “Monsieur Aznavour”, “Köln 75” ve “Eno”…

Festivalde “Musikişinas” filmler

Emrah KOLUKISA

Bu yıl İstanbul Film Festivali’nde LGBTİ temalı filmlerin yer aldığı ‘Neredesin Aşkım?’ ile birlikte dikkatlerden kaçmış olsa da ‘Musikişinas’ ve ‘Çiçek İstemez’ bölümleri de kaldırıldı.

Yine de festivalin ilk üç gününde izlediğim üç film rahatlıkla “Musikişinas” başlığı altında gösterilebilirmiş sanki, zira her biri farklı tarzlarda olsa da müzisyenler etrafında dönen filmlerdi.
 

“LA BOHEME”İN YARATICISINA SAYGI DURUŞU

Fransız “chanson”ları şüphesiz 20. yüzyılın en popüler müzik geleneklerinden biri olarak sınırları aştı ve tüm dünyada müthiş bir rüzgar estirdi. Özellikle Edith Piaf, Georges Brassens, Léo Ferré, Charles Trenet, Gilbert Becaud, Barbara gibi isimlerin liderliğinde ama onların da ötesinde Fransız kökenli olmayan Yves Montand, Jacques Brel, Joe Dassin, Enrico Masias ve tabii ki Charles Aznavour gibi şarkıcılarla popülerlik kazanan bu benzersiz müzik türü sayısız klasik şarkıyı da armağan etti dünya müzik literatürüne. İşte başrolünü Tahar Rahim’in üstlendiği “Monsieur Aznavour” 40’lı yılların sonlarından itibaren müzik kariyerine başlayan ve 60’larda şöhrete ulaşarak zirveye tırmanan Ermeni kökenli şarkıcı ve besteci Charles Aznavour’un hayatını beyazperdeye taşıyor. Fabien Marsaud ve Mehdi Idir ikilisinin yönettiği ve Aznavour’un hayatını çocukluğundan ölümüne kadar ele alan film biraz son yıllarda izlediğimiz ve gitgide standartlaşan müzisyen biyografilerini andırıyor ve belli anlar ve birkaç karakter dışında derinlikli bir etki yaratmaktan uzak kalıyor. Tahar Rahim belli ki Aznavour’u dikkatle incelemiş ve tüm filmi de sırtlamayı bilmiş. Onun haricinde Aznavour’u ilk yıllarda kanatlarının altına alan ama bir noktadan sonra ondan vaz geçen ünlü şarkıcı Edith Piaf rolünde Marie-Julie Baup da etkili bir performans çıkarmış. Son tahlilde gösterişli bir görsellik, güzel müzikler ve Aznavour’un hayatına dair bazı duygusal anlar dışında çok da iz bırakmayan bir film olmuş “Monsiuer Aznavour”.

DÜNYANIN EN ÇOK SATAN SOLO PİYANO ALBÜMÜNE SAYGI DURUŞU: “KÖLN 75”

Caz müzisyeni Keith Jarrett’ın hayatının spesifik bir dönemine odaklanan “Köln 75” ise Aznavour’un hayatını anlatan filmin düştüğü hataya düşmüyor ve Jarrett’ın müzik kariyerinin çok kritik bir anına odaklanarak hedefi ıskalamıyor. Bilenler bilir, Jarrett’ın 70’li yıllarda Avrupa’nın çeşitli kentlerinde çıktığı turnede verdiği solo ve doğaçlama piyano konserleri caz tarihinin efsaneleri arasındadır ve özellikle Köln’de verdiği konser hepsinin zirvesidir. İşte Ido Fluk’un senaryosunu yazıp yönettiği “Köln 75” bu efsanevi konserin hikayesini anlatıyor ve müzik tarihinin önemli anlarından birine giden yolu adım adım inceliyor. Jarrett’ın Köln’deki konserini organize eden 18 yaşındaki Vera Brandes aslında bu ilginç hikayenin belki de asıl kahramanı ve film de onun hayatına dair sahnelerle başlıyor. Ailesinin, özellikle de babasının baskıcı tavrından bunalan ve 70’li yıllarda Almanya’da esen özgürlük rüzgarlarına kapılarak isyankar bir gençlik yaşayan Vera, bir gece kulübünde tanıştığı Amerikalı cazcı Ronnie Scott’ın itelemesiyle konser organizatörlüğüne başlar ve kendini bambaşka, çok renkli ve heyecan dolu bir hayatın içinde bulur. Berlin’deki bir caz festivalinde dinlediği Keith Jarrett’a Köln’de bir konser ayarlamaya karar veren Vera belki de caz tarihinin akışını etkileyeceğinin farkında bile değildir. Jarrett ile anlaşan ve 24 Ocak 1975 gecesi için Köln Operası’nı kiralayan Vera’yı bir süreliğine bırakan film Avrupa’da kentten kente arabayla sürüklenen ve sırt ağrıları yüzünden büyük acılar çeken Keith Jarrett’a odaklanıyor ve onun hayatına dair ayrıntılara dalıyor. John Magaro’nun Jarrett rolünde ustalıklı bir portre çizdiği filmin bundan sonrası artık konser gecesinde geçecektir ve her türlü aksiliğin yaşandığı saatler boyunca tuhaf bir mucizenin de taşları döşenecektir. Oyunculuk performansları, kurgusu, muzip buluşlarla daha da akıcı bir anlatıma bürünen sinema diliyle birinci sınıf bir film “Köln 75”. Üstelik konserden tek bir nota bile duymadığımız halde.

BİR MÜZİK VİZYONERİNE SAYGI DURUŞU: “ENO”

Elektronik müziğin 70’li yıllardan bu yana yaşayan en önemli öncü isimlerinden biri olan Brian Eno’yu beyazperdeye taşıyan belgesel film “Eno” festivalin en ilginç deneyimlerinden biriydi doğrusu. Aslında öyle miydi gerçekten, bunu anlamak zor ama en azından kavramsal anlamda öyleydi. Yaklaşık 85 dakika boyunca Eno’nun farklı dönemlerinden çalışmalarına odaklanan filmde yönetmen Gary Hustwit’in biraz da Eno’nun ‘generative music’ (yani bir sistem tarafından yaratılan ve sürekli değişen bir müzik) fikrinden hareketle farklı bir montaj tasarlamış ve her gösterimde değişen bir filme imza atmış. Çoğunlukla Brian Eno ile yapılan söyleşilerden derlenen filmde o kadar fazla malzeme var ki, tek bir izlemede hepsini görmeye imkan yok ve ancak birden fazla kez (kaç? bilemiyoruz) izlendiğinde bütünlüğe erişmek mümkün, hatta belki de mümkün bile değil. Açıkçası Atlas Sineması’ndaki gösterimle örneğin Kadıköy Sineması’ndaki gösterim arasında bile fark var mı, (ya da stream edildiğinde her seferinde değişiyor mu?) onu da bilemiyoruz, ama prensipte her izlemede farklı bir içerik vaat ediyor Hustwit. Öte yandan Brian Eno’nun müzik kariyeri o denli devasa ve müzik, sanat, politika üzerine fikirleri o denli zihin açıcı ki tek bir izleme bile müthiş bir dünyanın kapılarını aralıyor. Tabii filmin sözünü ettiğim deneysel tavrı da sinema, kurgu, sanat, yapay zeka gibi konuları da çeşitli ikilemler halinde tartışmaya açıyor kanımca, onu da düşünmekte fayda var.