FetişKent’in korkuları

Kent yaşam demektir, doğa ise ölüm!’

Bu haftanın filmlerinden Downrange/Dehşet Yolu’nun söylemi böyle özetlenebilir. Altı şehirli genç arabayla taşrada ilerlerken bir ağacın dalları arasında gizlenen keskin nişancının kurbanı olurlar. Nişancı önce arabanın lastiğini patlatır, sonra gençleri ve onlara yardım için duranları tek tek öldürür. Kanlı vurulma sahnelerinde kullanılan efektler başarılı ama film iyi değil, hikâyesi özgün değil ve söylemi de yeni değil; Hollywood’un sağ politikaları destekleyerek ‘68 kuşağından intikam almaya başladığı ‘70lerden bu yana yapılan korku filmlerinin çoğunda gençler kentteki kurulu düzenden uzaklaştıkları için cezalandırılır.

Biraz basite indirgeyerek şöyle bir karşılaştırma yapmak da mümkün: Michelangelo Antonioni’nin kapitalizm ve tüketim kültürüne karşı söylenmiş en sert sinematografik sözlerden biri olarak tarihe geçen filmi Zabriskie Point’te (1970) doğa ve Eros’un özgürleştiriciliğine dair anlatılan ne varsa -Herbert Marcuse’ün müthiş çalışması Eros ve Uygarlık’a bolca gönderme içeren filmin söylemi şöyle özetlenebilir: Meta fetişizmi kökenli yabancılaşmadan kurtulmanın yolu bu dünyadan uzaklaşmak ve son aşamada fetişleştirmeyi ortadan kaldırmakla mümkün olacaktır- bu filmlerde tam tersi savunulur.

Ölümcül bir doğa-kent karşıtlığı palavrasını anlatan Dehşet Yolu tam o noktada vücut buluyor işte… Öncelikle, film katilin kimliğini ve eyleminin nedenlerini merak etmemizi önleyecek şekilde kurulmuştur: Elindeki modern öldürme aletinden çıkan parlamalar olmasa nerede konumlandığını bile anlayamayacağımız katil, oradan geçen arabalardaki insanların tersine, tümüyle doğal ortamındadır. Nişancının neden orada olduğu sorusu, ağacın neden o yamaçta bulunduğu sorusu kadar anlamsızdır; onlar doğanın parçasıdır. Siz doğadışı varlığınızla orada bulunmazsanız başınıza böyle şeyler gelmez. Kent yaşamından uzaklaşmayın!

Böylece film tek bir karesinde bile kent göstermeden kentlerin doğadan daha güvenli olduğunu hissetmemizi, giderek kabullenmemizi sağlar. Filmler bizi pek çok saçma şeye inandırır tabii, ama bu iyi kent-kötü doğa karşıtlığı söylemi hayaletler ya da perili evler gibi ‘deneyimleyemeyeceğimiz’ bir şey değil; büyük kentte yaşayıp da içinde bulunduğu araç ağaçlı yamaçlara ulaştığında rahatlamayacak kaç kişi tanıyorsunuz? Orijinal ismi inişli çıkışlı tarla ve yamaçlara işaret eden Dehşet Yolu’ndaki gençler hiç de böyle düşünmüyor.

Önümüzdeki hafta gösterime girecek olan Scarecrows/Korkuluk filmi de aynı söylemi üretiyor. Dehşet Yolu’nun yarısı kadar bile iyi olmayan bu filmde bu sefer dört gencin taşrada bir çiftçi tarafından yakalanıp canlı korkuluklara dönüştürülmesini izliyoruz. Korkuluk’ta fazla cinsellik olduğundan kent-doğa meselesi arka plana düşüyor -gençler ahlaksız oldukları için cezalandırılıyor- ama aynı şeyleri kentte, hatta banliyöde -iktidar tarafından tasarlanmış ‘meşru’ kent doğasında- yaşasalar başlarına böyle kötü şeyler gelmeyeceğini anlayabiliyoruz.

“Acaba TOKİ, Ağaoğlu, Cengiz, Limak gibi inşaat firmalarından destek aldılar mı?” diye her iki filmin de bitiş jeneriğini sonuna kadar okudum. Orada isimleri geçmiyordu, ama bu neo-liberal tabanlı ideolojik birliktelik kelimelere dökülemeyecek kadar derin bir ilişkiden doğuyor; jenerikte yazmasa bile hissediyorsunuz, biliyorsunuz.