Darbeye karşı zafer, sadece formel demokrasinin zaferi olmaktan çıkıp, onun “olmazsa olmazı” laikliğin de zaferi haline dönüşmedikçe, bu ülkede raylar yerine oturmayacaktır

FETÖ kavgası, Amerika kavgası, demokrasi kavgası..

“Gencinden yaşlısına, işçisinden patronuna, köylüsünden şehirlisine kadar milletimizin tüm fertleri darbeciler karşısında tek vücut olmuştur”. Erdoğan olağanüstü hal kararını millete bu sözlerle ilan etmişti. Geçen Pazar günkü CHP Taksim mitingi de bu sözleri doğruladı. “O halde bu karar kime karşı?” diye kafası karışanlara da yanıt Başbakan’dan geldi: “OHAL millet için değil, devlet için ilan edildi!”.

Tuhaf değil mi?

Tuhaf, çünkü herkes on dört yıldır bu ülkeyi yönetenleri “Devlet”in de sahibi sanıyordu. Oysa değillermiş; yapıya FETÖ’cü kanserli hücreler sızmış ve sonunda da metastaza neden olmuşlar.

Kanser, ölümcül hastalık; gün, operasyon günü! Ve ilk klinik sonuçları birkaç gün önce Cumhurbaşkanı ilan etmişti: 13 bin 165 gözaltı; bunlardan 2101’i hâkim ve savcı; 52’si mülki idare amiri, 689’si sivil, gerisi asker ve polis. Tutuklananlar ise 123’ü general, 5 bin 863 kişi. Bir de kapatılan bini aşkın kurum var: Okullar, üniversiteler, hastaneler, vakıflar. Varlıkları, Osmanlı müsadere usulü, devlete mal edilmiş! Daha sonra da şunu öğrendik: Birçok kamu kurum ve kuruluşunda görevden uzaklaştırılanların sayısı da 66 bini geçmiş.

Çarpıcı bir tablo! Ve bu tabloya, aralarında ünlülerin de bulunduğu, “FETÖ’cü terörist zanlısı gazeteciler” listesi dahil değil! Bu durumda zihinlerdeki sorgulama da devam ediyor. Kimileri “Yoksa yanlış mı teşhis kondu? Kanser değil de paranoyaya mı söz konusu?” diye kaygılanırken, kimileri de tehlikenin hala uzaklaşmadığını, FETÖ’cülerin arkasında da bir “Üst Akıl” bulunduğunu, asıl ona haddini bildirmek gerektiğini söylüyor!

“Üst akıl”, yani Amerika!

• • •

Türkiye kapitalizmi, iç tasarruftan çok Batılı sermayenin ucuz kredileriyle yaşayan kırılgan bir kapitalizmdir. Bu demektir ki AKP’nin ABD’ye ve AB’ye “savaş açması”nın belli sınırları vardır. Böyle bir durumda en büyük tepki de kuşkusuz kendi içinden, kriz ve iflas tehdidi altında yaşayan sınıfsal ortaklarından gelecektir

AKP basını bu konuda ittifak halinde. Üç bakan açıkça Washington’u işaret etti; Yeni Şafak “ABD’nin Erdoğan’ı öldürmeye çalıştığını” bile yazdı; başka gazetelerde de aynı menfur güçlerin “Türkiye’yi işgal planları” anlatılıyor. Demek ki durum sanılandan da kötüymüş; FETÖ’cüler aslında adi bir araçmış ve ipler de Amerika’nın elinde bulunuyormuş! Bir yazar bunu zaten açıkça ilan etti: “İşin gizlisi saklısı kalmamıştır; FETÖ bir CIA organizasyonudur”. Hatta Yeni Şafak darbeyi yöneten Amerikalı subayın adını bile verdi: ISAF Komutanı General John F. Cambell.

Olur mu, olur; itiraz edemem! Ne var ki, 15 Temmuz, Türkiye’deki ilk darbe girişimi değil ve yaşanan bilgi kirliliği içinde olup bitenleri net bir şekilde okumak da zorlaşıyor. Tarihçi tutkusu diyelim, tabloyu bütünüyle kavrayabilmek amacıyla benim aklım da eskilere, daha önceki darbelere gitti. Özellikle de parlamentonun feshedildiği ve yeni anayasa yapıldığı 27 Mayıs ile 12 Eylül darbelerine!

• • •

Türkiye’de darbeler serisini başlatan 27 Mayıs 1960 darbesi yapıldığı zaman ben Ankara Siyasal’da Anayasa asistanı idim. Darbeyi ilan eden ve radyoda defalarca okunan sıkıyönetim bildirisinin son cümlesi kulaklarımda hala çınlar: “Bütün ittifaklarımıza ve taahhütlerimize sadığız. NATO ve CENTO’ya inanıyoruz ve bağlıyız.” Kısaca bir bağlılık ifadesi; öncelikle de NATO’ya, Amerika’ya. Aslında hiçbir anayasamızda böyle bir madde olmadı. Oysa çok partili hayatımızda anayasa maddelerinden de önemli bir kural teşkil etti bu bağlılık!

Bizim nesil (58’liler) çok iyi hatırlar; 1960’larda 27 Mayıs darbesinin nasıl yapıldığı çok merak edildi, çok tartışıldı. Anılar yazıldı; araştırmalar yapıldı; hatta Aziz Nesin bile kendini alamadı, “İhtilali nasıl yaptık?” diye bir öykü yazdı. İncelemelerin belki de en ciddisi olan Örsan Öymen’in “Bir İhtilal Daha Var” başlıklı eseri darbecilerin Amerika ile olan ilişkilerine de ışık tutuyordu. Buna göre darbe hazırlıkları sırasında Washington’da askeri ataşe olan Albay Dündar Seyhan’a “sen orada kal; Amerika’nın rızası olmadan ihtilal yapılamaz; sen orada kalıp bunu bize sağlayabilirsin” diye akıl (talimat?) verilmişti. Ve darbeye Amerika’nın tepkisi de bu “rıza”nın sağlandığını göstermişti. Böylece 27 Mayıs, doğrudan ABD’nin tezgâhladığı değil, fakat haberdar olduğu ve onayladığı bir darbe oldu! 12 Eylül’e gelince, bu darbede ABD’nin aktif bir rol oynadığını bugün herkes biliyor. CIA Ankara Bürosu Şefi Paul Henze’nin kendisi de, darbe hedefine ulaştıktan sonra, “Bizim çocuklar bu işi başardı!” dememiş miydi?

• • •

Bunlar “başarılı” darbeler; bir de başarısız olanları vardı: Albay Talat Aydemir öncülüğünde, Şubat 1962 ve Mayıs 1963’te yaşanan darbe girişimleri ve de 12 Mart 1971 darbesini önceleyecek olan 9 Mart girişimi gibi.. Bunlar hedeflerine ulaşamadılar. Talat Aydemir önce affedildi, sonra idam edildi; 9 Martçı generaller ise işkenceye uğradı ve hapse atıldılar.

Bu darbecilerin arkasında da Amerika var mıydı? Herhalde yoktu; kimse de böyle bir iddiada bulunmadı; arkalarında ne Amerika ne de yerli büyük burjuvazi bulunuyordu. Zaten izleyen yıllarda da ABD, ordu hiyerarşisi dışından gelebilecek hiçbir harekete sıcak bakmadı. Beyaz Saray da, Pentagon da, CIA da Türkiye’de “düzen ve istikrar”dan yanaydı. NATO ve ikili anlaşmalar çerçevesinde Amerikan desteği olmayan girişimler de hüsrana uğradı.

• • •

feto-kavgasi-amerika-kavgasi-demokrasi-kavgasi-167294-1.

Bu genel bilgiler bizim 15 Temmuz girişimini anlamamızda da yardımcı olabilir mi?

Önce herkesin üzerinde anlaştığı bazı bilgilere dayanarak 15 Temmuz darbecilerinin kafalarındaki “model”i keşfetmeye çalışalım.

Mevcut nesnel veriler şunu gösteriyor: Darbe girişimi ordu hiyerarşisi dışında başladı, fakat darbeci grup, hareketi Genelkurmay öncülüğünde bir TSK darbesine çevirmek istiyordu. Bu amaçla ulusa ilan edilmek üzere, toparlayıcı nitelikte bir de bildiri hazırlamışlardı. “Yüce Atatürk’ün önderliğinde” kaleme alındığı söylenen bildiride temel hak ve özgürlüklere bağlı kalınacağı, rayından çıkmış laik hukuk devletinin tekrar kurulacağı, BM, NATO ve diğer tüm uluslararası kurumlarla oluşturulmuş yükümlülüklere sadık kalınacağı ve sorumluların da cezalandırılacağı çok sert bir dille açıklanıyordu. Başlıca hedef olarak AKP yönetimi seçilmişti.

Sonra? Sonra harekete geçtiler; kaybettiler ve bildirileri de hiçbir inanılırlığı olmayan bir takiyye belgesi olarak çöp kutusuna atıldı.

• • •

Atıldı, ama ortada da bir gariplik vardı. İlerde tarihçilerin sorgulayacağı gibi, İslamcı bir grup insan nasıl olmuş da inançlarına böylesine ters Atatürkçü bir bildiriyle iktidarı ele geçirmeye çalışmışlardı? Nasıl olmuş da 2007 yılındaki Cumhuriyet mitinglerinde meydanları dolduranların alkışlayacağı bir metinle yola çıkmışlardı? Darbeciler ne yaptığını bilmeyen ahmak ve çılgınlardan mı oluşuyordu? Yoksa iktidar şansı bulunmayan bir grup, “düşmanımın düşmanı, dostumdur” hesabıyla güçlü çevrelerde destek mi aramıştı? Oysa bu son olasılığa iktidar çevreleri de inanmıyordu. O çevreleri yakından tanıyan Erdoğan, Gülen’in amacının “Humeyni’nin Paris’ten uçakla İran’a inişi gibi, Amerika’dan Türkiye’ye inmek” olduğunu söylememiş miydi?1

O halde gerçek durum neydi?

Öyle görünüyor gerçekleri ancak davalar görülürken ve sanıklar morartılmış yüzlerle değil de, özgür iradeleriyle niyetlerini açıkladıkları zaman öğrenebileceğiz. Tabii, eğer oluşan atmosferde onlar da niyetlerini açıkça ifade edebilme cesaretini bulabilirlerse? Bu durumda biz de şimdilik gelişmeleri mevcut verilere göre yorumlama çabamıza devam edelim.

• • •

İlk etapta, sanılandan çok daha geniş bir destek sağladıkları anlaşılan darbeciler Genelkurmay Başkanını rehin alarak onu saatler süren konuşmalarla “ikna etmeye” ve hareketin başına getirmeye çalışıyorlar. Ne var ki fiziki baskının da kullanıldığı bu görüşmeler sonuç vermiyor ve Hulusi Akar, darbecileri –daha sonra kendisinin açıkladığı- çok ağır suçlamalarla reddediyor. Ve Akar’ın direnişi ile, darbe, TSK’nın ortak bir hareketi olma şansını yitiriyor ve başarı şansı da kalmıyor. İşte tam da bu sıralarda, Erdoğan, CNN aracılığıyla halka hitap etme fırsatı yakalıyor ve herkesi meydanlara çağırıyor. Müezzin ve imamlar bu çağrıyı camilerde sela okuyarak seslendiriyorlar. Gerisi de çorap söküğü gibi geliyor ve darbeciler yenilginin de çılgınlığı içinde vahşice saldırılarda bulunuyorlar. Sonra teslim oluyor veya yakalanıyor ve hak ettikleri cezayı almak üzere tutuklanıyorlar.

Akar’ın ordudaki yeri ve darbecilere karşı sergilediği duruş aslında 15 Temmuz girişiminin ABD ile ilişkisi konusunda bazı ipuçları da verebilir mi?

• • •

Bir darbeler ülkesi olan Türkiye’de yüksek komuta heyetinin siyasal eğilimleri her zaman merak ve tartışma konusu olmuştur. Genelkurmay Başkanı olduğu zaman Hulusi Akar da böyle bir ilginin odağı olmaktan kurtulamamıştı. Tayininden kısa bir süre sonra Amerika’da bir “liyakat madalyası” alması, üstelik bu madalyanın boynuna, yıllar önce bazı askerlerimizin başına çuval geçiren bir general tarafından takılmış olması basında tartışmalara yol açmıştı. Kaldı ki bu ilgi Türkiye ile sınırlı da değildi; dış basında da bu konuda yazılar çıkıyordu. Örneğin Le Monde gazetesi (18 Şubat, 2016) Akar’ın “hem Erdoğan’a sözünü dinleten, hem de Pentagon ve NATO ile iyi ilişkileri sürdürmeye dikkat eden sıkı NATO’cu, şahin bir general” olduğunu yazmıştı. Amerikan basınında da Akar’ı öven yazılar çıkıyordu. Daha iki ay kadar önce, Wall Street Journal’da (15 Mayıs), hem nalına hem mıhına vuran şu satırlara yer verilmişti: “ABD ordusu ve diplomatlar, Türkiye’nin Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ı ordunun etkisini artırdığı için övüyor. İngilizce konuşan Akar, askeri meslektaşlarıyla yakın ilişkiler kurduğu NATO’da farklı görevlerde hizmet etti.” Oysa AKP iktidarı ile ABD arasındaki gerginlik arttıkça, Akar’ın TSK’yı eski “hakem” konumuna getiren duruşu da zorlaşıyordu. İşte 15 Temmuz gecesi bu koşullar, Hulusi Akar’ın şahsında dramatik bir gerilim yarattı. İki olasılık vardı: Eğer darbe girişimi AKP’lilerin iddia ettiği gibi ABD patentli ise, Akar ABD’ye karşı çıkmış, yerli düzeni seçmiş oluyordu. Yok eğer, Türkiye’deki yaygın görüşe göre bu ülkede darbeler ancak ABD’nin desteği ile başarıya ulaşıyorsa, o zaman da –darbe başarısız olduğuna göre- 15 Temmuz’un arkasında fiilen ABD yok demekti.

• • •

Aslında Ergenekon ve Balyoz davalarıyla ulusalcı generallerden temizlenmiş bir orduda böyle bir darbe girişiminden Pentagon’un ve NATO çevrelerinin haberdar olmamasını düşünmek zor görünüyor. Yine de akla üçüncü bir olasılık daha geliyor; o da şu: Aslında ne ABD ne de TSK komuta heyeti böyle bir girişim bekliyorlardı; fakat darbeciler beklenmedik bir anda atağa geçince Türk komutanlar direnmeye, ABD yetkilileri de olayları izlemeye başladılar ve bir duruş sergilemekte de acele etmediler. Anlaşılan amaçları, başarılı olduğu takdirde darbeyi –resmi planda yarım ağız kınayarak da olsa- dolaylı şekilde desteklemek ve yönlendirmeye çalışmak olacaktı. Ortadoğu’daki hayati çıkarları bunu gerektiriyordu. ABD’nin tutumu bu oldu ve bu şekilde de FETÖ’cü darbe krizi, bir Türk-Amerikan krizine dönüştü. Kısaca kriz “Gülen’in Türkiye’ye iadesi” sorunu şeklinde yaşanan bir Türk-Amerikan krizi şekline bürünmüştü.

• • •

Şimdi temel soru şu: Amerika Gülen’i verecek mi?

Erdoğan ve Hükümet üyeleri mutlaka vermeli, diyorlar, “aksi takdirde Türk Amerikan ilişkileri çok daha kötüleşebilir”. Bu konuda kanıt bekleyen Amerikalılara da Adalet Bakanı Bozdağ sesleniyor: “Çok net söylüyorum; bu iade konuları, bilgi, belgeye göre yapılmıyor. Bu belge, bilgi şekli, işlerin tamamlanması için, uluslararası sözleşme gereği yapılan şeyler. İade, siyasi bir karardır”. Ne var ki Amerika’nın bu “siyasi kararı” almasına da fazla ihtimal verilmiyor. Eğer AKP sözcülerinin iddia ettikleri gibi Pensilvanya, CIA’nın bir kolu ise, Amerika’nın da onu iade etmeyeceği açıktır. Bir de şu var: Gülen ve çetesini bir terör örgütü olarak nitelemek Amerika’nın terör konseptine de pek uygun düşmüyor. Amerika ve AB araştırma kurumlarında Gülencilik yer yer Mormon’lar, ya da Vatikan’a bağlı Opus Dei gibi, bağnaz, fakat daha çok eğitim ve ticarete dönük bir akım olarak değerlendiriliyor. Onlar İslami terör başlığı altında sadece IŞİD, El Kaide ve benzeri kuruluşları düşünüyorlar. Ve bu koşullarda da ABD’nin Gülen’i iadesi hayli uzak bir olasılık olarak görünüyor. Hürriyet muhabiri de zaten Washington’dan, Türkleri hep komplo teorilerine inanmakla suçlayan Amerikalıların, bu kez kendilerinin komploya inandıklarını ve ABD başkentinde bu konuda “milim kımıldanma” olmadığını bildiriyor. (T. Tanış, 24 Temmuz),

O halde büyük bir Türkiye-Amerika çatışmasına doğru mu gidiyoruz?

Böyle bir olasılığın gerçekçi olup olmaması bizi Türkiye kapitalizmi ve AKP iktidarının sınıfsal dayanakları hakkında çok genel bir değerlendirmeye götürüyor. Çünkü böyle bir çatışma, diplomatik bir çatışmanın ötesinde, sosyal ve sınıfsal boyutlar taşıyor.

• • •

AKP esas itibariyle esnaf ve sanatkârların muhafazakâr kesimlerine, KOBİ’lere ve Anadolu’da yükselen burjuvaziye dayanan bir partidir. Bunun dışında işçi sınıfı ve daha çok da lumpen proletaryada güçlü dayanakları bulunuyor. En azından on yıldır devlet aygıtını kontrol eden bir kuruluş olarak büyük burjuvaziyi de sindirmiş, kısmen yanına almış, kısmen de nötralize etmiştir. Üstelik uyguladığı ihale, teşvik ve kredi politikalarıyla kendi burjuvazisini de yaratmıştır. Kısaca AKP, popülist ve demagojik anti-kapitalist jargonu sık sık kullansa bile, aslında kapitalizme göbekten bağlı bir partidir. Oysa Türkiye kapitalizmi, iç tasarruftan çok Batılı sermayenin ucuz kredileriyle yaşayan kırılgan bir kapitalizmdir. Bu demektir ki AKP’nin ABD’ye ve AB’ye “savaş açması”nın belli sınırları vardır. Böyle bir durumda en büyük tepki de kuşkusuz kendi içinden, kriz ve iflas tehdidi altında yaşayan sınıfsal ortaklarından gelecektir. Bununla beraber Erdoğan’nın “delikanlı” çıkışları ve AKP’ci kalemşorların Batı düşmanı çığlıkları ile ipler gerilmiş, bazı köprüler atılmıştır. Bugün Batı kamuoyunda, şimdiye kadar hiç olmayan ölçüde, insan hakları konusunda duyarsız, radikal İslam’la flört eden ve yarı açık yarı kapalı Batı karşıtı bir AKP iktidarı imajı vardır. Bu ister istemez ekonomi planında da etkili olacaktır. Nitekim darbeye karşı ulusal birlik oluşmasına rağmen, bir hafta içinde borsadaki hızlı düşüş ve döviz kurlarındaki yükselişler bunu işaret ediyor. Ve bu son günlerde bazı toparlanmalar olduysa, bu, AKP yönetiminden çok, muhalefet liderlerinin demokrat tavırlarının ve darbeye karşı oluşan “ulusal konsensüs”ün ürünüdür. Yine de açıktır ki, eğer AKP yönetimi, Taksim mitinginde Kılıçdaroğlu’nun altını çizdiği “3. sınıf demokrasinin ortaya çıkardığı bir tablo”yu değiştirmeye çalışmaz, sanki darbe başarıya ulaşmış gibi hapishaneler doldurulmaya devam edilirse, 15 Temmuz’dan önceki gerginlik ortadan kalkmayacak, herhalde artarak devam edecektir. Unutmayalım ki bugün şu veya bu şekilde tasfiye edilen binlerce öğretmen, gazeteci ve üniversite mensubu daha düne kadar AKP’nin en hararetli savunucuları idiler. Ve bugün tanık olduğumuz “temizlik operasyonu”, bu haliyle, hala AKP içi kavganın uzantısı olma özelliklerini sürdürüyor. Bunu en önce anlaması ve bundan en çok ders çıkarması gerekenler de, bütün kindar çağrılara rağmen hala demokrat kalabilecek AKP’li siyasetçilerdir. Bu nedenle de, darbeye karşı zafer, sadece formel demokrasinin zaferi olmaktan çıkıp, onun “olmazsa olmazı” laikliğin de zaferi haline dönüşmedikçe, bu ülkede raylar yerine oturmayacaktır. Türkiye’de gerçek demokrasi yürüyüşü, ancak iktidar kavgası çağdışı bir “İslamcılar arası kavga” -ve bu görüntünün gizlediği çıkar kavgası- olmaktan çıkarak, dünyevi planda ezen-ezilen kavgasına dönüştüğü zaman başlayacaktır.

1. A. Selvi naklediyor, Gülen ne yapacaktı? Hürriyet, 25 Temmuz, 2016.