Figen Şakacı’nın geçtiğimiz günlerde yayımlanan öykü kitabı Kesekli Tarla’da Fidan’ı anlatan bir öykü var: “Fidan’ın Boynu”

Fidan, gün yüzü görmemiş, sevdası bedenine hükmetmeye çalışan bir kadın. Nohut oda bakla sofa evde hayalleriyle barışmak için bir köşede bekliyor. Blake, “kimileri sonsuz gecede doğar,” demişti ya… Fidan sonsuz gecede doğmuş, ama kabullenmiyor. Yıldızlarla ayı tersine çevirmeye çalışıyor.

Fidan, mahalle aralarında yapılan dedikodulardan bunalmış, kendine ait bir dünya kurmak için durup dinlenmeden çabalıyor. Özlemleri evden sokağa taşıyor.

Fidan, aşık olduğu adamla hesapsız dolaşmak, belki deniz kenarında nefes almak, martılara yem vermek, ağaçlık alanda çimlere uzanmak, gökyüzüne gülümseyerek bakmak istiyor. Yeniden hatırladığı kadınlığını kaybetmeyi göze alamıyor. Bu nedenle başına gelen onca şeye rağmen yine, “en sevdiğim fularımı boynuma takacağım, kırmızı rujumu süreceğim, saçlarımı şöyle bir topuz yapacağım, yine sokağa çıkacağım!” diyor.

Fidan, hapsedildiği yerden taşıyor. Kıstırıldığı yerden, hayatı bulutların üzerinde uçmak sanıyor. Çünkü sadece nefes almayı değil yaşamayı seçiyor.

Oysa genç kadın, on beş gün önce bıçak darbesi almış. Hastanede yatıyor. Bir düş gibi hatırlıyor yaralanma anını. Kocasının kendine İsveç çakısıyla saldırışını. Hastaneye götürülürken polislere, “Ölsem suçlu ararsınız, yaralandım seçimi bana bıraktınız!” deyişini.

Fidan, kendisine sunulan kaderini tersine çevirmek için her şeyi yapmaya hazır. Sadece sevmenin ne demek olduğunu bulmaca gibi çözmeye çalışıyor. Sevilmenin de…

Fidan, deyim yerindeyse kızılcık şerbeti içmiş bir kadın. Şimdi beyaz çarşaflı hastane yatağında iştahla kızılcık reçeli yiyor. Kan kırmızı reçel onca acısıyla birleşiyor. Böğründeki yarasıyla, kalbindeki yarasıyla, zihnindeki yarasıyla… O reçelde yaşamın kendinden sakındığı lezzet saklı sanki. Belki daha önce hiç öyle kaşık kaşık reçel yememişti. Artık o reçelden yemek istiyor. Kararını vermiş belli ki. Bir daha kendisine sunulan zevklerden asla vazgeçmeyecek!

Hastane odasında bile başka kadınların bakışlarında kendine silah gibi doğrultulan bir “yargı” var: “Ahlaksız kadın!”, “utanmaz kadın” bakışı… Oysa kocası, “Ya benimsin, ya kara toprağın” demiş çoktan. Onlar ne bilecek?

Birbirinin kurdu olur kadınlar. Dişlerinden kan damlaya damlaya onca lafla sözle kemiriverirler her şeyi. Oysa herkes bir birleşse, bir el ele tutuşsa, birbirinin yarasını sarar, kurşuna pansuman, morarmış göze merhem, kilitlenmiş nice kapıya anahtar olur. Küfre karşı gül, onca laf ebesi ağıza su katılmamış cevap olur. Karanlığa karşı ilk ışık olur. Hastane yatağında yoldaş olur. Seruma katılmış can olur. Sakatlanan bacağa koltuk değneği, kesilen boğaza dikiş olur. Onca gözyaşına kardeş şefkati, yürek yarasına tuz olur.

Fidan, bu coğrafyada pek çok kadının ta kendisi. Kalbi kırık. Ama bir kuş gibi özgürlüğe uçmak isteyen. Fidan, biraz Güldünya, biraz Pınar, Özgecan, Hazal, Şule, Gülistan… Belki biz… hepimiz. Takılıp kalıyor öyle boğazımızda bir şeyler. Çünkü yolda, sokakta, çarşıda, pazarda, evde, işyerinde, sosyal medyada güvende değiliz hiçbirimiz! Uluorta gülmenin ayıp sayıldığı, yalnızca anne olanın takdir edildiği, evde oturmanın dayatıldığı, bedeninin utanılacak bir nesne olduğu bir coğrafyada soluk almaya çalışıyoruz. İfratın iliğimize işlediği bir toplumda, herkesin kumaşını az biraz belli ettiği yerde, aşure talep eden genç bir hemşire kıza tecavüz imasıyla bile kendini hissettiriyor.

Biz kadına şiddete karşı çıkarken toplum değerlerini de anımsatmaya çalışıyoruz aslında. Bir arada yaşamanın ne demek olduğunu! Birbirimize daha en baştan saygı göstermeyi, düşüncenin kutsanmasını, bilimin her zaman en güvenilir kaynak olduğunu, eğitimin cehaleti yenebileceğini.

Figen Şakacı bir öyküsünde yazmış Fidan’ı. Belki bir öykünün güzellliği onu düşümüzde tamamlamamızdır.

Fidan boynundan vurulmasın… Fidan, bir tek gömülmek için mezarının kazılmasını beklemesin diye!