İzin verirseniz gelecek hafta diyeceklerime zemin teşkil etmesi için bu hafta da sözü Albert Camus’ye vermek istiyorum

İzin verirseniz gelecek hafta diyeceklerime zemin teşkil etmesi için bu hafta da sözü Albert Camus’ye vermek istiyorum, elbette ki yorumlu olarak, ardından nihayet ağzımdan baklayı çıkaracağım:
“Toplumumuzda heves yerine geçen açgözlülük beni her zaman güldürmüştür (18).”
Hakikaten kendiyle yetinememek, hakkının ötesine düşkün olmak, hatta hakkının ötesi için tamahkâr olmak: bazen düşünürüm, 12 Eylül nedir diye, bir sürü şey gelir aklıma. Ama en net söylemin toplumun üst tabakasına karşı söylenen, toplumun ezilenleri için de bir şiar haline gelen, belki ahlaksızlığın dip noktası olan, en çok da Özal’a yakışan şey şuydu: davul ve tokmak olmak kaçınılmazdır, olacaksan tokmak ol, davul olma. Dolayısıyla, ezmek-ezilmek ya da zalim/mazlum durumları bakidir, ezilenin sözcüsü olmak yerine, ezmenin keyfini sür 12 Eylül’ün dünya görüşünü temsil eder.
Hakikaten de “Pezevenklerle hırsızlar, her zaman, her yerde ceza görecek olsalardı, bütün namuslu kişiler, kendilerini boyuna suçsuz sanırlardır azizim.”
Sonuçta ne oldu, bütün toplum bir oyun oynamaya başladı. Bir insan olarak ya kendi geçmişinden ya da topluma yönelik fikirlerinin, yaşadıklarının ulaştığı sonuçlara karşı, bunları bastırmak, bütün insan ilişkilerini bir “oyun kuramı” içinde anlamlandırmak geleneksel oldu. Geriye şehvet, ten düşkünlüğü, düzene yağlı yerinden eklemlenmek, doyumsuz konformizm, yaşanılacak “tamah gayyasını tatmin edecek bir dünya” kaldı:
“Bu alışverişte, aslında şehvetimden başka bir şeyi daha doyuruyordum: oyun sevgimi. Kadınlar arasında en beğendiklerim, hiç değilse, suçsuzluk tadı bulunan bir çeşit oyunda bana eşlik edebilenlerdi. Görüyorsunuz ya, canımın sıkılmasına hiç gelemem; hayatta değer verdiğim şeyler de, sadece eğlendirici olanlardır. Her türlü topluluk, ne kadar parlak olursa olsun, beni çabucak usandırır; oysa hoşuma giden kadınların yanında hiçbir zaman canım sıkılmamıştır. Açıklamaya utanıyorum ama, güzel bir figüran kızla ilk buluşma uğruna, Einstein’le on kere baş başa konuşmayı feda edebilirdim. Doğrusu, kızla onuncu buluşmamda, Einstein’ı ya da ciddi yapıtlar okumayı aradığım olurdu. Sözün kısası, büyük sorunlara ancak küçük taşkınlıklarım arasında kalan boş vakitlerde ilgi duymuşumdur. Kim bilir kaç kez, kaldırıma dikilip dostlarla ateşli bir tartışmaya girmişken, sokaktan canlar yakan bir dilber geçtiği için, orta yerde ipin ucunu kaçırmış, söylenenlerin bir tekini bile anlamaz olmuşumdur.”
Yukarıdaki satırları bir erkekten aldığım için bu formatta, yoksa tersi bir söylemi inşa etmek için hiç duraksamamıza gerek yoktur, onu da ilgililere havale ediyorum.
Bu nedenle, Türkiye’de değişen güç dengelerine, hayatın yaşanış biçimlerine, insanların dönüşümlerine –siz gidişat içinde çarpılmalarına diye okuyun- hiçbir zaman akıl sır erdiremedim, nedense hep “değmez” diyesim gelmiştir: “Hayalim, olayların sınamasına dayanamamıştı.”
Giderek içinde yaşadığım toplumu bir suçlu olarak görmeye başladım, hatta garip uslamlamalar yapmaya başladım: “Aslında, kimseye suçsuzdur diyemeyiz; oysa, hiç çekinmeden, herkesi suçlayabiliriz. Her insan, geri kalan bütün insanların suçuna tanıklık eder; işte, inancım da umudum da bu.” Yani kaçınılmaz bir biçimde yaşadığım toplum, bir tür Yeni Türkiye Sineması gibi, beni de kötümser yaptı.
Topluma ilişkin tasavvur ve eleştiri kendime yöneldiğinde: “Kendimde yargılanabilecek bir yan bulunabileceğinden korkmaya başladığım gün, başkalarında da, önüne geçilmez bir yargılama hevesi olduğunu anlamıştım.” 62
“Saflığımla, hep, tanımayanlar bir gün benimle düşüp kalkmaya başlasalar, sevmezlik edemezler, diye düşünürdüm. Oysa hiç de öyle değildi! En çok düşmanlığı, kendilerini tanımadığım kimselerden, beni pek uzaktan tanıyanlardan görüyordum. 63” En büyük alçaklıkları, hayatın akışı içinde kaybolmuş, doyumsuzluğunu biraz olsun dindirebilmek için “ötekine bakışlarını yöneltmiş insanlardan” gördüm. Nesnesini bulamamış arzu, kendine en korkunç tatmin biçimlerini bulur, bu kuraldır.
“Kimseye, bizi yargılama fırsatı vermemeliyiz, azizim, ne kadar az olursa olsun! Yoksa, paramparça oluruz. Yırtıcı hayvan terbiyecileri kadar tedbirli olmak zorundayız biz de. Kafese girmeden önce, tıraş olurken yüzünü kesmek felaketine uğradıysa, hayvanlara ziyafet çıktı demektir! Birdenbire anladım bunu. Belki de, o kadar mükemmel değilimdir, diye içime kurt düştüğü gün… Ondan sonra, şüpheci oldum ben de. Biraz kanım aktığına göre, bunun arkası gelecek demekti: parçalayıp yutacaklardı beni. 62”
“İnsanlar, ileri sürdüğünüz nedenlere, içtenliğinize, çektiğiniz acıların ağırlığına ancak siz öldükten sonra inanırlar. Yaşadığınız sürece durumunuz şüphelidir, çok çok, sizden şüphe ederler, bu kadarına hak kazanabilirsiniz. O gösteriyi seyredebileceğimize bizi inandırabilecek bir tek kanıt olsaydı, insanlara, inanmak istemedikleri şeyi ispatlamak, onları şaşırtmak için uğraşmaya değerdi. Ama, siz kendinizi öldürdüğünüzle kalırsınız, inansalar da bir inanmasalar da. 59”
“Aramızda kalsın ama, uşaklık, hele güler yüzle yapılacak olursa vazgeçilmez bir şey, demek ki. Ama, onu da kabul edemiyoruz. Kölesiz duramayan bir kimse de, kölelerine hür insanlar adını verirse daha iyi olmaz mı? İlkin ilkeleri bakımından, sonra da, onları umutsuz bırakmak için… Bu kadar avuntuyu da onlara çok görmemek değil mi? Böylece, onlar gülümsemeye devam ederler, bizim de içimiz rahat eder. Yoksa, kendimize yeniden dönüp bakmak zorunda kalır, acıdan çıldırırdık; alçak gönüllü bile olabilirdik, her şey beklenir doğrusu. Onun için, tabela da istemek; o da rezillik. Zaten, herkes ne mal olduğunu ortaya koysaydı, asıl işini, kimliğini açıklasaydı neye varırdı işin sonu? Kartlara yazılacak şeyleri bir düşünün, o zaman: Dupont, ödlek filozof, ya da, mal mülk sahibi Hıristiyan, ya da, zina yapan insansever; beğen beğendiğini artık. Cehenneme dönerdi dünya! Evet, cehennem de böyle olmalı; tabela dolu sokaklar! İnsan derdini de anlatamaz, üstelik. Bir kere damgayı yedi mi, öyle gider artık. 38”
Türkiye, bir tür yaptıklarının hesabını veremeyenlerin hep zirvede olduğu bir er meydanına ya da cehenneme döndü, çünkü ilk önce “gerçekleri yadsımak”, en kolay yoldan “en kahraman Rıdvanların” baş tacı edildiği bir mekâna döndü. Eskilerin deyimiyle, “haram helal oldu”, işte bu meydanda temizlik aranışı trajik bir boyut kazandı. 12 Eylülün bir anlamı da kimsenin kartlarına gerçek hünerlerini ve tarihini yazmadığı bir dönem olmasıdır. (Alıntılar Albert Camus, Düşüş, 7. baskı, Varlık Yayınları)