Fikri sabit ya da sabit fikir, olmaktan çok olmamaya dair bir hal gibi. Bakışın bir yere sabitlenmesi nasıl boş bakış ya da dalıp gitme olarak adlandırılıyorsa, fikrin sabit olması da aslında daha çok bir fikrin olmayışı, yokluğu anlamına gelir. Fikri sabitlerin hemen her toplumda, tabii bizde de çoğunlukta olmasını, peki abartmayalım, çok olmasını başka nasıl açıklayabiliriz?

Fikri sabit
Bazıları ‘Tanrım’ diyebilir, ‘bu nasıl bir mucize?’ Mucizenin adı: Hiç değişmeden kalmak, kalabilmek. Yaşamını sürdürebilmek, daha da ötesi bunu gram yenilenmeden, değişmeden, törpülenip düzeltilmeden filan yapabilmek… Her kula nasip olmaz diyelim.

Fikri sabit ya da sabit fikir, olmaktan çok olmamaya dair bir hal gibi. Bakışın bir yere sabitlenmesi nasıl boş bakış ya da dalıp gitme olarak adlandırılıyorsa, fikrin sabit olması da aslında daha çok bir fikrin olmayışı, yokluğu anlamına gelir. Fikri sabitlerin hemen her toplumda, tabii bizde de çoğunlukta olmasını, peki abartmayalım, çok olmasını başka nasıl açıklayabiliriz? Hiç kuşkusuz akla bile gelmedik açıklamalar bulunur bu durum üstüne, ama en başta gelen ‘meraksızlık’ duygusu olacaktır.

Fikri sabitin taşıdığı donukluk, dünyaya, ülkeye, topluma, insanlara karşı duyarsızlık, ilgisizlik, kişisel olmaktan çok, aslında bir çaresizliğin doğal sonuçlarıdır. Merak etmeyen birinin ilgili, duyarlı olması beklenebilir mi ya da ne kadar beklenir? Öyleyse fikri sabitin fikri de donuk sayılır. Donmuş bir düşünce de haliyle düşünce sayılmaz.

Hangi inanç, hangi düşünce, hangi felsefi, siyasal, toplumsal görüş olursa olsun, zamanla olan kavgasını yitirmemek, durmuş bir saat gibi geri kalmamak için, dünyanın, yaşamın, günün gereklerine bakmakla yükümlüdür. Savaşın bitmesini ormandaki bir sığınakta bekleyen Japon askeri gibi 50 yıl sonra yeniden dünyaya kavuşmanın ne yararı var? Çoktan yitirilmiş bir zamandan söz ediyorum.

İnatçı olmak, dirençli olmak, kararlı olmak ve fikri sabit olmak. Sanılır ki bir inancın, düşüncenin değişmezliğinde inatçı bir tutum ve kararlılık vardır. O görüşün hemen her yerde her dönemde, insanın, toplumun, yaşamın beklentilerine yanıtlarının bulunduğu düşünülür. Böyle bir şey olası olabilir mi? Daha doğrusu diyalektik düşünceyle davrandığını söyleyen biri, aynı zamanda kararlılık gibi gördüğü değişmezliği savunabilir mi?

Hemen, ‘elbette savunmaz!’ demeyin. En çok da dilinden diyalektiği düşürmeyenlerin arasında yaygındır bu ‘inadım inat’ durumu. Niye öyledir? Çünkü yenilginin bir tesellisi vardır, o da nostaljidir. Nostalji hastalığından mustarip olduklarını bilmeden ‘eskiye rağbet’ edenlerin oluşturduğu hatırı sayılır bir kitle bu. Savaş anılarıyla avunan eski askerler gibi. Evet ama o savaş geçmişte kaldı ve şimdi savaşlar öyle yapılmıyor!

Fikri sabit şimdilerde ortaya çıkan biri değil. Her zaman rastlanan biri. Dersini çalışmayan biri. Ülkü Tamer’in şiirinde “hem dersini bilmiyor hem de şişman herkesten” dediği biri. Aslında tembel biri. ‘Bütünüyle kuşkuda’ olmayan biri. Hatta artık en küçük kuşkusu bile olmayan biri. Kuşku duymak için, merak etmek gerekir çünkü. Merak etmeyen kuşku da duymaz. Kuşku duymayan da soru sormaz. Soru yoksa diyalektik de yok. Yanıta da gerek yok. Ha sabit fikir ha biat, ikisi de aynı şey demeye gelir.

Değişmeyi dönüşmeyi, yenilenmeyi başka kavramlarla karıştırmak gibi bir sakınca, tehlike de yok mu? Elbette var. Bunlardan en yaygını da ‘döneklik’. Böyleleri yok demiyorum, var, hem de ziyadesiyle var. Dönek, çıkarı için düşünce değiştirene denir. Hiç kimse düşüncesini değiştirdiği için suçlanamaz. Eleştirilir, tartışılır, kavga edilir, küsülür ama kolayından ‘dönek’ yaftasını vurmak kimsenin harcı değildir. Sakallı’nın en sevdiği sözü unutmayalım, “İnsana dair hiçbir şey bana yabancı değildir”. İÖ 2. YY’da yaşayan Romalı ozan, düşünür Terentius’un bu deyişi bize diyalektiği hep hatırlatmalı. Ve kimse kimseyi kolayca suçlamamalı.

Belki de şöyle düşünmeli, dönek dediklerimiz en çok da fikri sabitler arasından çıkıyordur! Esnek olmayan daha kolay kırılır, daha gergindir çünkü belki de dayanmanın son noktasına gelmiştir ve küçük bir dokunuşla yerle bir olur. Esnek olan, düşüncesine, inancına nefes aldıran, onu yoldaşı, arkadaşı olarak gezdirip dolaştıran, başka rüzgârlarla tanıştıran, yeniyle buluşturan, deyim yerindeyse ‘havalandıran’ kişi, aynı zamanda onun soluklanmasına, görmesine, görünmesine, tazelenip yenilenmesine de yol açar ki, fikri sabit olmaktan kurtarıp, ‘fikri salih’ kılar. Yani açık fikirli.

Bazen putlar yıkılır, bazen kutsal sorgulanır. Bunları yaparken ileri gidildiği de olur hiç kuşkusuz, devrim amaçladığından ileri gitmeli ki, sonra durduğunda geriye düşmesin, çağından geride kalmasın! Yoksa devrime ne gerek var, putları yıkmaya, kutsalı sorgulamaya? ‘Kutsal’ kavramının kullanılmadığı yer yok artık, sözcüğün kendisine de bir ‘kutsallık’ yüklendiği için henüz bir ürün adı ya da marka değil bildiğim kadarıyla. Gerçi ima yoluyla kimi ürünler ve kuruluşlar için ‘kutsal’ pazarlaması yapılıyor ama…

Kutsal yalnızca dinsel, ilahi ya da mistik bir anlayış ve adlandırma olmaktan çoktan çıktı, alan genişletti, ülkedeki tüm partileri de etkisi altına alarak, doğudan batıya doğru diyelim ‘nefesi kuvvetli’ bir rüzgâr oldu, esti. Nerdeyse tüm ritüeller aynılaştı. Artık dinsel bir ön kabulle başlıyor her şey ve ‘kim daha kutsal’ yarışması yapılıp, kutsallar yarıştırılıyor. Bir anlamda herkes kendi kutlu davasının peşine takılmış durumda!

Bu ön kabul diyelim ister istemez solu da etkiliyor ve sol da kutsallığı su götürmez sözcükler ve kavramlarla halka yaklaşmaya çalışıyor. Partilerden filan değil, sol hareketlerden söz ediyorum. Şimdi dindarlar ya da İslamcılar nasıl eski sol şarkıları, marşları imana getirip hidayete erdiriyorsa, solcular da gayet dini içerikli kavramlarla siyaset yapıyor. Yeni değil hayır, uzun zamandır durum bu.

Kutsalın diliyle konuşmaya, yazmaya başlayınca dil de kutsanıyor ve bu ‘kutlu dil’ herkesi birbirine benzetiyor. Sözünden değil sesinden ayırt edebiliyoruz ancak farklı olanı. Yoksa farkına bile varmıyoruz.

Herkesin kutsalı var, kutsalını ‘ölümüne’ savunanlara gelince, ‘yoktur aslında birbirimizden farkımız’ sözü tam da onlar için söylenmiş olmalı. Hem, hepsi de fikri sabit olduktan sonra niye fark olsun ki aralarında? Nazım Hikmet, “onlar ümidin düşmanıdır sevgilim/ akarsuyun/ meyve çağında ağacın/serpilip gelişen hayatın düşmanı” diyor “Hürriyete Dair” şiirinde. Fikri sabit ya da sabit fikirli olan akışa da karşıdır diyalektiğe de, hayata, başkalarına da, ama en çok da kendine karşıdır!