Ortadoğu’da sıkışan ve hatta dünya ölçeğinde domine edici güç olma özelliğini sürdürme konusunda bocalayan ABD, bu süreçte İsrail, Arabistan gibi işbirlikçilerle ilişkiyi daha da ileri taşımaya çalışırken aynı zamanda Türkiye’yi kaybetmemek için de gerekenleri yapacaktır

Filistin’de gerçekçi/sınıfsal çözüm

MEHMET YEŞİLTEPE
Yazar

Filistin’de emperyalizm,
Barut kokusunun
Limon kokusunu bastırmasıdır.
Değerlerine yabancılaşmamış hiçbir Filistinli
Bununla barışık olmaz.

Filistin’in sömürgeleştirilmesi ve gerçekler
Filistin sorunu gerçekte emperyalizm eliyle gerçekleştirilmiş bir çeşit sömürgeleştirmedir. Ancak, çeşitli sorunlarda olduğu gibi bu mesele de sınıfsal bakış açısıyla ele alınmadığında, sanki hiç işgal olmamış gibi, konuya Yahudilerin yerleşim hakkı vb. üzerinden yaklaşılabiliyor. Bunun yanında Nazilerin Yahudilere yaptıklarından hareketle İsrail’i meşru görme eğilimi gelişebiliyor. En azından bu türden yaklaşımlar, Nazi meselesi dahil konunun doğru tartışılmasını güçleştiriyor.

Konunun doğru anlaşılıp doğru tartışılması için öncelikle bu meseledeki tevatür ve yalanları ayıklamak gerekiyor. Örneğin Siyonizm’i tartışmak, eleştirip karşı durmak, hatta emperyalizmle ilişkilendirip faşizmle özdeşleştirmek ile antisemitizm bambaşka şeylerdir. Hatta İsrail’e yönelik her eleştiride akla hemen antisemitizmin gelmesi, bir çeşit İsrail korumacılığına dönüşmüş durumdadır.

Gerçekte ise bölgede halkların kardeşliği dahil demokratik adımlar, öncelikle Siyonizm’in ne olduğunu doğru anlamayı ve koşulsuz karşı çıkmayı gerektiriyor. Bu çerçevede ortaya atılan yalanların ve yapılan yönlendirmelerin başında “halkı olmayan toprak/ toprağı olmayan halk” tanımlaması geliyor. Buna göre, Filistin diye bir ülke/toprak var ama üzerinde kimse yaşamıyor. Bunun yanında da Yahudi halkı var ama onların da toprağı yok. Bunların, yani insansız toprakla, topraksız Yahudilerin birleştirilmesi gerekiyor. İsrail’in işgalciliğine meşru zemin hazırlayan yaklaşımlardan biri budur.

Bir başka meşruiyet arayışı/yönlendirmesi, İsrail’in bölgedeki askeri gücü ve saldırganlığı ile ilintili. Buna göre İsrail, Araplardan yönelen çağdışı, barbarca bir saldırganlıkla karşı karşıyadır; bu nedenle askeri tahkimatta bulunmalı, önlemler almalı ve hatta dünyanın dördüncü büyük askeri gücü olmalıdır.

Siyonizm konusundaki en yaygın yönlendirmelerden ve yanıltıcı değerlendirmelerden biri de Siyonizm’in soykırıma uğramış Yahudilerin vasiyeti olduğudur. Bu şekilde, Siyonistler, Naziler tarafından katledilmiş 6 milyon insanın savunucusu konumunda oluyor ve gerçekte Nazilerden farksız bir saldırganlık bu şekilde meşru gösteriliyor. Halbuki Siyonist hareket, sanıldığının aksine, sürecin başından beri Nazilerle işbirliği içindedir. Buradaki yanılgı, Yahudilerle Siyonistlerin eşitlenmesinden kaynaklanıyor. Gerçekte ise her Yahudi’yi Siyonist olarak değerlendirmek nasıl yanlışsa, tüm Siyonistleri Yahudi olarak görmek de yanlıştır. Örneğin Hıristiyan Siyonistler de var ve bunlar daha da bağnaz olarak biliniyor.

Özetle Siyonizm’in, ideolojik politik niteliğinden koparılıp bir dini aidiyet olarak görülmesi yanlıştır. Hatta bugün Trump’ın da onunla aynı saldırgan zeminde duran Suudi Prensi Muhammed Bin Salman’ın da bölge/Filistin politikaları itibariyle Siyonizm’le aynı safta olduğunu söylemek mümkün. İsrail’de bu yaklaşımımızı güçlendirecek şekilde önemli oranda, anti-Siyonist bir kitlenin olduğu, hatta vicdani ret dahil çeşitli biçimlerde İsrail’in askeri saldırganlığına tavır koyanların bulunduğu biliniyor.

İsrail, emperyalizmin ihtiyacıdır
Bugün Filistin’in durumu, insanların emeğinin sömürülmesi ve doğal kaynakların yağmalanmasından öte bir de toprakların işgal edilmesi, halkın sürgün edilerek yurtsuz veya mülteci durumuna düşürülmesi sebebiyle yeni sömürgeciliği de aşan boyuttadır. Bu işgal ve sürgün politikalarının sonucunda bugün dünyadaki yaklaşık 10 milyon Filistinlinin sadece 3,7 milyonu Filistin’de yaşıyor, onlar da fiilen İsrail’in rehinesi durumunda.

Böyle bir devletin gerçekte Yahudi halkının ihtiyaçlarıyla da bir ilintisi yok. Dolayısıyla İsrail devletinin Filistin topraklarında kurulmuş olmasının, Yahudi halkının yerleşim ihtiyacıyla ilişkilendirilmesi doğru değil. Tersine bu, doğrudan emperyalizmin ihtiyacıdır. Filistin topraklarının tercih edilmesinin nedeni; Ortadoğu’nun, ticari olanından jeolojik ve politik olanına kadar stratejik önemidir. Orada ABD’nin uydusu, vurucu gücü olarak hareket eden bir taşeron oluşturuldu. Böylece kuruluşundan yaklaşık 100 yıl önce İngilizlerin sözünü ettiği, Ortadoğu’da bir devlet kurma amacı gerçekleşmiş oldu.

İsrail, emperyalizmin Ortadoğu’ya izdüşümüdür; o coğrafyadaki yüzü ve güvencesidir. Doğal/meşru hiçbir yanı yoktur, bütünüyle yapaydır; emperyalizm mamulüdür. Bir yanıyla bölgedeki kaynakları talan etmek, böyle bir talanı kolaylaştırmak, diğer yanıyla da halkların itirazını, ayağa kalkışını vb. baskılamak üzere işlev yüklenmiştir. Emperyalizm nasıl gericilikse, savaş ve yıkımsa, İsrail de o anlama gelmektedir.

Batı Şeria’daki Kudüs protestolarında evinin girişine gelen İsrail askerlerini tokatlayan 16 yaşlarındaki Ahed Tamimi için, İsrail Eğitim Bakanı Naftali Bennett’in “Hayatı hapishane hücresinde son bulacak” demesi, İsrail’in nasıl bir devlet olduğunun özetidir.

Filistin sorunu tartışılırken, İsrail’in, dolayısıyla da emperyalizmin rolü üzerinden atlanıp bölge halkının “dinciliği” gibi olguları öne çıkarmak veya Hamas’ın ideolojik duruşu dahil taşıdığı olumsuz nitelikleri gerekçe edip toptancı bir yaklaşımla oradaki halkın demokratik haklarını savunmamak, Türkiye solunun dünden bugüne bu konudaki pozitif yaklaşımını yargılamak, en iyi ihtimalle sınıflar mücadelesinin ve sınıfsal bakış açısının gerekleri konusunda bir cehalete işarettir. Ve gerçekte böyle bir duruşun, Bedreddin’i de, Seyit Rıza’yı da, Münzer’i de savunma/olumla şansı yoktur.

filistin-de-gercekci-sinifsal-cozum-410627-1.

Türkiye egemenleri emperyalizmin/İsrail’in safında
İsrail’i anlamak için nasıl emperyalizme bakmak gerekiyorsa, Türkiye egemenlerinin İsrail’e bakışını anlamak için de başından beri emperyalizmle/NATO’yla ilişkisine, psikolojik değil politik gözle bakılmalı, duyumlara/tevatüre değil somut olgulara dayanarak değerlendirme yapılmalıdır.

Halkının çoğunluğu Müslüman olup İsrail’i tanıyan ilk ülke Türkiye olmuştur. Devamında bölgede hangi Arap ülkesiyle sorun yaşanmışsa, Türkiye’nin tavrı emperyalist politikalardan yana olmuştur. BOP’un eşbaşkanı olmak veya Arap Baharı sürecinde yaşananlar, ilişkinin nasıl kurulduğunu, söze yer bırakmayacak şekilde ortaya koyuyor. Buna rağmen “One minute” gibi söylemlere başvurulması veya bugün yer yer AB/ABD karşıtlığı üzerinden bir retorik geliştirilmesi, işin özünü değiştirmiyor. Türkiye egemenleri İsrail’in, ABD ve AB emperyalizminin safındadır; onlar için Filistin halkının değerleri, yalnızca bir istismar aracıdır.

Nitekim Erdoğan’ın, sert tavır koymuş gibi göründüğü Kudüs kararına dair “Alınan karar provokasyon, arkasında evangelistler var. Bizzat sayın Başkan’dan dinlemiş birisiyim, süreci biliyorum” biçimindeki yaklaşımı, ABD’nin ve tabii ki Başkan’ının bölgedeki emperyalist politikalarını, bu politikaların iktisadi boyutunu gizlemeye yarıyor.

Çözüm için sınıfsal perspektif
Son zamanlarda daha sık biçimlerde karşılaştığımız bir durumdur; sanki kimi ülkelerde sınıflar mücadelesi yokmuş, orada demokratik bir bilinç, bir örgütlenme mümkün değilmiş gibi davranılmakta ve bu durum söz konusu egemenlik/devlet ilişkisinin sonuna dek böyle devam edeceği algısını beslemektedir. Bunu, Irak Kürdistanı’nda Barzani’nin referandum hamlesi sürecinde de İsrail’in devlet olarak varlığının sanki hiçbir zaman değişmeyeceği, o ülkede böyle bir mücadelenin verilemeyeceği intibasını taşıyan kimi değerlendirmelerde de gördük.

Benzer değerlendirmelerin, giderek kapsam büyüten umutsuzluk, sınıflar mücadelesinde ezilenlerin lehine sonuç alınabileceğine dair inançsızlık vb. biçimlerde dışa vurduğunu görmek mümkün. Hâlbuki anımsamaya çalışalım, İsrailli akademisyenler ile Filistinli akademisyenler ortak açıklama yapabiliyor, İsrailli kadınlar Filistinli kadınlarla yürüyor, İsrail’de vicdani retçiler tutuklanıyor vb. Bunlar, sınıfların olduğu, baskı ve sömürünün sürdüğü koşullarda itiraz ve alternatifin önlenmesinin olanaksızlığını gösteriyor. Bunun İsrail, ABD veya bir başka ülke, bir başka coğrafya olması olgunun özünü değiştirmiyor.

Trump’ın Kudüs hamlesi ve gerçekçi çözüm
Bugün artık ABD’de Trump ve İsrail’de Şaronların, Menahen Beginlerin mirasçısı Netanyahu, kartlarını daha açık oynamak durumunda kalıyor. Sınıfsal dizilim değişmiyorsa da güç ve dengeler değişiyor. Bu da Trump’ın, Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak tanıması yani İsrail’e daha doğrudan destek sunması gibi hamleleri ihtiyaç haline getiriyor.

Ortadoğu’da sıkışan ve hatta dünya ölçeğinde domine edici güç olma özelliğini sürdürme konusunda bocalayan ABD, bu süreçte İsrail, Arabistan gibi işbirlikçilerle ilişkiyi daha da ileri taşımaya çalışırken aynı zamanda Türkiye’yi kaybetmemek için de gerekenleri yapacaktır.

Bugüne kadar yaşananların, ödenen bedellerin ve çekilen acıların öğrettikleri, Filistinlilerin sahte dostlarının gerçek yüzünü görebilmesini kolaylaştırıyor. Örneğin yaklaşık 10 yıl önce İsrail Filistinlilere saldırdığında, Katar Emiri Şeyh Hamad, Gazze Şeridi’ni son ziyareti sırasında Hamas liderlerine saat ve dolmakalemler hediye etmiş, İsrail de bunlardaki çipler sayesinde uydudan yer tespiti yaparak nokta atışıyla hedeflerini vurmuştu.* Bunu yapabilecek nitelikteki dost görünümlü ilişkilerin niteliğinin giderek açığa çıktığı bir süreçtir bugün yaşanan. Belki hemen değil ama giderek daha sağlıklı saflaşmaları, dizilimleri beraberinde getirecektir.

Trump’ın Kudüs kararı, 1993’ten bugüne ABD eliyle Filistin’in “iki devletli çözüm” adı altında oyalanmasının da sonu olmuş; gerçekte böyle bir çözüm niyetinin olmadığı, kendi varlığını Filistin’in yok edilmesi üzerine tasarlayan işgalci, katliamcı, ırkçı gayri meşru İsrail devletinin bu amacından vazgeçmediği daha net biçimde ortaya çıkmıştır. Bu, Filistin’in kendi kaderini kendisinin tayin etmesi gerektiğinin kanıtıdır.

Tam da bu bağlamda, Filistin Ulusal Yasası’nda yer alan “Demokratik, Laik Filistin” ilkesine destek verilmeli ve Yahudi kökenli anti-Siyonist tarihçi Ilan Pappe’nin yaptığı “Filistin’in tarihsel toprakları, dini, etnisitesi, ulusal kökeni ya da mevcut vatandaşlığı ne olursa olsun, 1948’den bu yana kovulan ve sürgün edilen ve üzerinde yaşayan herkese aittir” tanımına uygun olarak eşitlik ve barış içinde bir gelecek inşa etmelerinden yana olunmalıdır.

Böyle bir yaklaşımın, emperyalist ABD tarafından koşulsuz desteklenen Siyonist İsrail karşısında adeta en zor olan çözümü savunmak anlamına geldiğinin bilincindeyiz. Tersine düşünelim; aynı güçler karşısında kolay veya bahşedilmiş çözüm mümkün mü? Veya emperyalist çağda özgürlük ne zaman kolay oldu ki?

Editörün notu: 2012 yılının ekim ayında Gazze’yi ziyaret eden Katar Emiri Şeyh Hamad bin Halifa El Tani’nin görüştüğü bazı Hamas liderleri, İsrail saldırılarının hedefi oldu. İran'ın yarı resmi haber ajansı Fars, Katar Emiri’nin Hamas liderlerine verdiği bazı hediyelerin İsrail uydularına sinyal yolladığının saptandığını yazmıştı.