Geçen haftaki yazımda, Kürt meselesinin yıllardır çözülemeyişinden, giderek dallanıp budaklanmasından söz etmiş; çözüm için de akılcı yaklaşımların yetmeyeceğine, duygusal akla, duyarlılık ve cesarete ihtiyaç duyulduğuna değinmiştim. Bunun da, en çok kadınlardan beklendiğiyle bağlamıştım sözü. 

Ve, yazıma yanıt olacak bir filmi izledim hemen arkasından; tesadüftü ama güzel bir tesadüf.

Nadine Labaki’nin “Şimdi Nereye?” filmi....

Lübnan’da Hıristiyan ve Müslümanların bir arada yaşadığı bir köy; köyde kilise cami yan yana. İki taraf arasındaki ilişkiler de gayet iyi. Ne yazık ki, Lübnan’da ve civar köylerde savaş var. Film de, her iki taraftan kadınların bu savaşın köylerine, erkeklerine  bulaşmaması için verdikleri mücadeleyi anlatıyor.

Neler yok ki bu mücadele içinde!  Köydeki tek televizyonun antenlerini parçalamak; aralarında para toplayıp sanki otobüsleri bozulmuş da yolda kalmışlar gibi köye genç ve güzel dansçı kızlar getirtmek; erkekleri haşhaşlı ekmekler, tatlılarla uyutmak; bir punduna getirip nerede sakladıklarını öğrendikleri silahları aşırmak gibi bir dolu eğlenceli olay... Bir şeyi iyi anlıyorsunuz; toplum içinde dinsel veya etnik bir farklılık varsa tekil kavgaların bile savaşa dönüşmesi zor olmuyor. Her iki tarafta da, karşı çıkılacak, kızılacak, hatırlanıp öfkelenecek daha çok şey olduğundan, savaş fitili ateşlenmeye hazır gibi. Keçiler cami kapısı açıp bulup halıları pislemişler, rüzgar Meryem Ana heykelinin bir parçasını koparmış, al sana kavga ve birbirine giren taraflar.

Film de, erkekler arasında ateşlenmeye hazır gerilim ve etraf köylerde silahlı çatışmalar arasında, köyde bir çatışma çıkmasını durdurmak için çare üstüne çare üreten kadınları anlatıyor. Kasaba köy arasında alış-verişi sağlayan bir gencin yolda vurulup ölmesi bile durdurmuyor onları. Ölen gencin annesi, hiç değilse kalan tek oğlu yaşasın, bu savaşa kurban gitmesin diye çocuğun ölümünü bile saklıyor. Ölüm meydana çıkarsa köydeki savaşı durdurmalarına olanak yok; nitekim öyle de oluyor. Buna rağmen pes etmiyor kadınlar. Müslüman kadınlar başlarını açıp haç takarak, Hıristiyan kadınlar çarşafa girerek, “öteki düşmansa, işte şimdi evinde” diye çıkıyorlar erkeklerin karşısına. Bu kadar kararlılar.

Senaryoyu yazan da, filme çeken de Nadine Labaki. Kadınlar arasındaki sıcak dostluk ve neşeli takılmalarla çok keyifli ve insanı içinden yakalayan bir film çıkarmış ortaya. İzleyip de etkilenememek olanaksız:  bu nedenle 2011’de Toronto’da “halk ödülünü” kazanmış.

Bir “kadının fendi” hikayesi de diyebilirsiniz, ama amaç barış ve dostluk olunca böyle fende can kurban demek de doğru olur herhalde.  Gerilim ve savaş kaygısının hissedildiği bir ortamda kadınlar arası dostluk öne çıkıyor filmde; oyuncuların çoğu köyün insanları, amatörler.  Buna rağmen -veya bu nedenle- sımsıcak, içten bir anlatımı yakalamış yönetmen. Sonu da ilginç! Köy ahalisi, -her iki taraftan din değiştirmiş kadınlar dahil -köy mezarlığına gidiyorlar; ölen genci gömecekler. Mezarlığa gelince duruyor hepsi; bir yanda Müslüman, öte yanda Hıristiyan mezarlığı var; ve filmin sorusu geliyor: “Şimdi nereye? 

Aslında bu ülkede yaşayanların da sık sık sorması gereken bir soru bu: Şimdi Nereye?

Örneğin Malatya, Sürgü....

İşte, ülkemizdeki çatışma nedenlerinden biri. Ne yazık ki, farklılıklarımıza ilişkin toplumsal tavrımız çok zaman sorunlu, Bunun önemli bir kaynağını da, devletin hem yetersiz hem de kışkırtıcı politikalarının oynadığına kuşku yok. Örneğin yıllardır Kürt sorununu çözmek şöyle dursun büyümesine yol açan politikalar gibi, Alevilerin istemlerinin anlamazlıktan, ihtiyaçlarının görmezlikten gelindiğini de biliyoruz.

Sonra da Malatya Sürgü’de yaşananlara şaşıyoruz. Evet, olayın münferit olduğunu düşünmek mümkün; ancak önemli olan böyle olayların hala yaşanıyor olması.  Şu veya bu kişiye ait olmayan daha genel bir şey var; bu toplumda farklılıklara tahammül az; hatta onlardan korkulmakta.

Oysa bu farklılar, korku değil, zenginliğin kaynağı, yani bereketimiz.

Örneğin farklılıklardan korkanların bilmesi gereken bir şey var;  bu topraklarda daha hoşgörülü, daha yaşanılır bir Sünni inanç varsa, bunu o farklılıklara borçluyuz. Yalnız dinler arası bir hoşgörüden söz etmiyorum; farklı inançları varlığı ve bir arada yaşaması dinin kendi içinde de hoşgörü geliştirmesine yaramakta. Örneğin  Osmanlıdan bu yana eğer bu topraklarda bu dinsel, mezhepsel farklılıklar olmasaydı Anadolu Müslümanlığı diye bir şey olur muydu? Ya da, Arap Yarımadası’ndaki gibi çok daha bağnaz bir uygulama nasıl önlenebilirdi?

Bu nedenle, bu topraklarda Aleviliğin varlığına teşekkür borçlu olduğumuzu düşünüyorum ben; gayri Müslümlerin varlığı için de ha keza...

Öte yandan, farklılıkların getirdiği zenginlik yalnız kültürel bir zenginlik değil; bunun maddi sonuçları da büyük. Yani bu toprakların zenginliği, yalnız ovaların, dağların, suyun, toprağın bereketi değil, yüzyıllardır bu topraklarda mayalanan farklı ırkların, kültürlerin bereketi. Toprağı işlemekten, ürün işlemeye, hayatı güzelleştirmeye kadar birçok şeyi farklı halklardan, farklı kültürlerden öğrendi bu topraklarda yaşayanlar. Öğrendiklerini uygulayarak büyüdü, bu günlere geldi. Şimdiyse, bunları açık açık konuşmak ve komplekse kapılmadan farklılık içinde birlikteliği inşa edebilmek.

Örneğin şimdi ben  bir nereye sorusu sorayım: Malatya, Gürün’e üzülenler, -çağdaş eğitim, tabletli eğitim filan boş da- bu anlayış üzerine bir eğitim politikası inşa etmeyi düşünüyor musunuz?