Cannes’da eleştirmenler ‘Ben, Daniel Blake’e burun kıvırmışlardı. Ama Cannes’ın en etkileyici filmlerinden biriymiş…Cannes’da eleştirmenlerin yere göğe koyamadıkları ‘Paterson’u da gördük!

Başlıkta dediğim gibi: Eleştirmenlere inanmayın! Tabii ben de eleştirmen olduğum için, bu uyarımı da kale almayın! İster inanın ister inanmayın ama ben meslektaşlarıma inanmıyorum, o kadarını söyleyeyim. Bazıları hariç! Mesela Fatih Akın’ın son filmi “Elveda Berlin”in beş para etmediğini yazan TAZ (Tageszeitung) yazarı gibileri var. Bir de o filme “büyüme” filmi diyenler var ya... Büyüme hikâyelerinin ne anlattığını hiç düşünmemişler sanırım.

Neyse konumuz, Filmekimi. Geçen hafta da belirtmiştim. Cannes’da eleştirmenler mesela ‘Ben, Daniel Blake’e burun kıvırmışlardı. Ama açık ki Cannes’ın en etkileyici filmlerinden biriymiş Daniel Blake. Fimleri birer birer seyrettikçe ortaya çıkıyor. Cannes’da eleştirmenlerin yere göğe koyamadıkları Jim Jarmush’un yeni filmi ‘Paterson’u da gördük. Paterson hakkında Facebook’a şunları yazdım: “Jim Jarmush da muhafazakâr bir film yapar mıymış? Yapmış. Paterson, küçük Amerikan kentine, sıradan insanların sıradan hayatlarına, Amerikan kültürü ve Amerikalılığa bir güzelleme. Ve Paterson kasabası kadar sıkıcı, tekdüze. Hayır, Paterson’un otobüsünün “bir alev topu gibi patlaması” gerekmiyor. Biraz daha gerçeklik sızabilirmiş filme. Biraz daha dram. Ama orası Amerika’nın küçük kenti, ne dramı olacak? Türkiye’nin, Suriye’nin, Irak’ın bir bölgesi değil ya? Bu arada filmin Paterson kentiyle özdeş ve adaş kahramanı, Ortadoğu’da bir yerde savaşmış ki, madalyalı fotoğrafı, evinde çerçeveli duruyor. Dram, Patersonların “kahramanlık” yaptıkları bizim diyarlarda, Paterson, New Jersey’de değil.” Bunlara ek olarak şunları söyleyebilirim. Jarmush filmlerinin derinliğine pek inanmıyor ki, içini sanatçı isimleriyle dolduruyor son zamanlarda. ‘Sadece Aşıklar Hayatta Kalır’da bir koli dolusu kitabın üzerinden geçen (ve Elif Şafak’ın kitabını da saptayan) kamerası bu kez de benzer işler yapıyor. Kamera yapmasa, sözel olarak Emily Dickinson’dan, Dubuffet’ye, William Carlos Williams’dan Iggy Pop’a şair, şarkıcı ve ressamların adı geçit resmi yapıyor filmde. Ünlü isimleri zikretmeyi bir sanat eseri için zavallıca buluyorum. Ama tabii filmin asıl sorunu muhafazakârlığı. Zencisiyle, Ortadoğulu’suyla birlik ve beraberlik içindeki Amerika tablosu çizmesi. Filmin kahramanı Paterson’ın İranlı ev kadını eşinin hayali, bir country şarkıcısı olmak. Bir Türkün Amerikan asıllı eşinin türkücü olmak istemesi gibi bir şey bu. Buradaki pozitif mesaj şu: Ortadoğulu olsalar da onlar da can, onlar da bizden! Sağol be Jim, ne güzel söyledin. Bu birlik ve beraberlik mesajını veren yönetmen, keşke Ortadoğu’da yapılanları birazcık sorgulamayı düşünse. Paterson’ın kahraman bir asker olarak da portresini sunan yönetmenden bunu beklemek hakkımız. Ama Jim’in derdi o değil. Jim’in duyarlılıkları, çok duyarlı otobüs şoförü Paterson’ınkinden daha geniş bir alanı kapsamıyor. Hadi bunları bırakalım, film boyunca peşini bırakmadığımız Paterson’ın nasıl Paterson olduğu hakkında ne söylüyor film? Dubuffet’nin adını mükemmel bir Fransız aksanıyla söylemeyi bu otobüs şoförü nereden öğrenmiş? Önemli değil, önemli olan filmin Dubuffet’nin doğru tellafuzunu bize öğretmiş olması. Böyle de misyoner bir yanı var Jim’in. Neyse ki Japon’lar her şeyi kendi kafalarına göre telaffuz etmeyi sürdürüyorlar, filmin güzel finalinde olduğu gibi (selamlar Hilmi!). ‘Paterson’dan aktif bir şekilde hoşlanmadım ama gel gör ki Cannes’daki eleştirmenlere göre film bir başyapıttı! Bakınız başlık!

Kötü filmlerin başında Paterson gelmiyor ama! Birinciliği Romen filmi ‘Köpekler’e veriyorum. Eski ‘sosyalist’, yeni kapitalist ülkelerden bekleneceği gibi bir mafya öyküsü anlatan filmin tek bir anı, tek bir karakteri bile inandırıcı değil. Dakikalarca kesik bir ayağı gösterince, gerçekçi ya da düşündürücü olmuyor filmler. “Yavaş sinema yap, bir festival alır nasıl olsa” mantığı işlemiş fakat. Film Cannes’a kadar gitmiş. Buraya da gelmiş maalesef.

Derin anlamlar çıkaranlara kolay gelsin!

‘Zombi Ekspresi’ gibi filmler de Cannes’da seslerini duyurmuşlardı. Ticari bir film olarak başarılı olabilir ‘Zombi Ekspresi’ ama ciddiye alınacak bir yanı yok. Sade suya tirit işadamı (kapitalizm) eleştirisinden derin anlamlar çıkarmaya çalışanlar varsa, onlara da kolay gelsin.

‘Ben Katil Değilim’e ne demeli? Diyecek pek bir şey yok. O kadar kötü ve anlamsız. Seri katiller üzerine iyi bir film vardı fakat festivalde: Hint filmi ‘Psycho Raman’, biri katil diğeri polis iki psikopatın hikâyesini iyi anlatıyor. Müziğin kullanımı ciddi sorunlu olsa da, kalburüstü bir polisiye filmdi ‘Psycho Raman’.

Mısır filmi ‘Çatışma’ askerin yönetime el koymasını hemen sonrasındaki çatışmalı günlerden birini anlatıyor. Müslüman Kardeşler yanlılarıyla laikler ve ordu sokaklarda çatışırken polis iki gruptan da insanları aynı araca tıkıyor. Mısır’da yaşananların boyutları hakkında bir fikir vermesinin yanı sıra, kendisini ilgiyle izleten bir filmdi ‘Çatışma’.

‘Wiener Dog’ her zamanki sinikliğiyle Todd Solondz’dan beklenecek karanlıkta bir filmdi. İlk iki bölüm Greta Gerwig ve Julie Delpy’nin sempatiklikleriyle daha sıcakken, ikinci yarısında film iyice karanlığa gömüldü. İyi de olmadı.

‘The Beatles’ suya sabuna dokunmayan ama sevimli bir belgeseldi.

En iyi filmler ise korku türüyle flört eden ama daha çok psikolojik diye adalandırabileceğim filmlerdi. ‘Canavarın Çağrısı’ vizyona girecek, o zaman yazarım. ‘Korkunun Gölgesi’ İran molla devrimin hemen ardındaki yıllarda, Irak-İran savaşı sırasında geçen bir cin/delirme hikâyesi. Laik bir kadının hayat ayaklarının altından kayarken aklını da yitirmesinin hikâyesi keşke sinemalarımıza gelse. Bir yandan ev kadınlığına mahkûm edilen, bir yandan da iyi bir anne olmanın baskısı altında bunalan kadının hikâyesiyle özdeşleşmek Türkiye’de çok mümkün. Türkiye İran olurken, keşke bu filmi sinemalarımızda izleyebilseydik. İbret verici ve iyi bir film. Bizim cinci/dinci filmcilerimiz de böyle hikâyeler anlatıyorlar mı? Seyretmediğim için bilmiyorum ama anlatsalardı duyardım.