Filmekimi’ne veda

Ankara’da Filmekimi bitmek üzere, İzmir’de ise başladı başlayacak. Ama biz pazartesi akşamı kapanış filmi “Roma” ile veda ettik. Güzel bir veda oldu, zaten çok tatmin edici bir Filmekimi’ydi. 5-14 Ekim tarihleri arasında şahsen ben çok sevdiğim filmler izledim.

Peki bunu niye söylüyorum? Uzak kaldınızsa kıskanın, pişman olun diye mi? Yoo, filmlerin büyük bölümü gösterime gireceği için. Hatta benim en heyecanla beklediğim, ama son güne bıraktığım için kaçırdığım “The Man Who Killed Don Quixote/Don Kişot’u Öldüren Adam” da 6 Kasım’da gösterimde. Eylül sonunda ballandıra ballandıra yapılış sürecini anlattığım Terry Gilliam filmi, kasım başında seyircilerin karşısında olacak. Ne yazık ki dün akşamki gösterimini kaçırdım.

Alfonso’nun Roması

Alfonso Cuarón’un “Roma”sına gelince, fragmanı beni çarptı desem abartmamış olurum. Zaten siyah-beyaz film severim. Bu da nefis kontrastlı bir filmdi. Gerçi Indiewire’daki En Kötüsünden En İyisine Alfonso Cuarón Filmleri sıralamasında 3’üncü film seçilmiş ama, ben zaten 2’nci sıradaki “Y tu Mamá También”i (2001) öyle aman aman sevmediğim için hayal kırıklığına uğramış sayılmam. Birinci film hangisi mi? 2006 yapımı “Children of Men” (Julianne Moore, Clive Owen), elbette. Hatta film o tarihte, 21’inci yüzyılın en iyi distopya filmi de seçildi.

Yanlış anlaşılmasın, bunlar Filmekimi’nin dışında değerlendirmeler. Onda ise sadece bizim kişisel beğenilerimiz söz konusu. Örneğin, Yorgos Lanthimos’un, önceki filmlerinden çok farklı dönem komedisi “The Favourite/Sarayın Gözdesi”. Aslında, traji-komedi demek daha doğru olabilir. Filmin, performansları çok övülen üç kadın oyuncusu var: Kraliçe Anne’de harikulade Olivia Colman’la, Marlborough Düşesi Sarah’da Rachel Weisz birbiriyle yarışıyor. Sonradan çıkan ve hizmetçilikten yükselen yeni gözde Abigail’de ise Emma Stone, bana onlardan bir derece aşağıda göründü.

İnsanları korkutan iki filmden (“Mandy, It Follows”u hesaba almadım), Lars von Trier’in yönettiği “The House That Jack Built / Jack’in Yaptığı Ev” pek de beğenilmemiş (seyirci soruşturması). Yönetmen Gaspar Noé’nin imzasını taşıyan “Climax” ise, hayli zorlandığı söylense de, rivayete göre Noé’nin en iyi filmi. Ben korku ve şiddetten tırstığım için ve ‘hayli’ tanımına pek güvenemediğim için gitmedim. Ama doğruyu söylemek gerekirse, zaten başta kaçırmıştım.

Şüphe ve Arakçılar Filmekimi’ndeki iki Japon filmi: Lee Chang-dong’un sekiz yıl aranın ardından çektiği, Haruki Murakami uyarlaması, FİPRESCİ ödüllü “Burning/Şüphe”yi; ama daha ziyade kıymetli yönetmenim Hirakazu Kore-eda’nın Cannes’da Altın Palmiye alan (nazar değmesin!) “Shoplifters/Arakçılar’ını sevdim. Kore-eda’nın sakin temposunu, rahatsız etmeyen anlatımını, abartısız karakterlerini hep sevmişimdir. “Şüphe” ise (aslında “Burning” filmi daha iyi anlatan bir isim olurmuş) yavaş yavaş insanın içine işliyor. Keşke daha önceden kitabı da okumuş olsaydım.

Festivalin başında üç gün gidemediğim için kaçırdığım filmlerden biri de Bi Gan’ın “Long Day’s Journey Into Night / Uzun Bir Günden Geceye Yolculuk”u oldu. Anlatı olarak eleştirmenlerin gözünde geçer not alamamıştı. Ama görsel olarak hemen hemen hepsi beğenmiş. Eugene O’Neill’in oyunu ile aynı adı taşıması ise pek az eleştirmenin dikkatini çekmişti. Fark edenler de, oyunla bir ilgisi olmadığını söylemiş. İnsan ister istemez merak ediyor.

Cannes’da En İyi Senaryo ödülü alan “Lazzaro Felice / Mutlu Lazzaro” ise, genç İtalyan yönetmen Alice Rohrwacher’e (Alman soyadına benzer soyadı sizi aldatmasın) umut bağlayanların yanılmadığını kanıtlıyor. Adriano Tardolo ise harikulade bir oyuncu…