1469-1527 yılları arasında yaşayan İtalyan filozof Makyavelli gerek dünyada gerek Türkiye’de “Prens” adlı kitabıyla tanınır ve geniş bir yanılsamanın ürünü olarak “despotizmin teorisyeni” olarak bilinir. Oysa Makyavelli’nin “Söylevler” isimli başka bir kitabı daha vardır ki, bu kitap 19. yüzyıl düşünürlerinin onu özgürlüğün bir savunucusu ve cumhuriyetçi bir teorisyen olarak görmelerini beraberinde getirecektir.

Makyavelli “Söylevler”de özetle, bir cumhuriyeti gerçek anlamda cumhuriyet yapan olgunun halkın kamusal alanda kendisini yüksek sesle ifade edebilmesi olduğunu söyler, yani halkın konuşamadığı, susturulduğu yerde cumhuriyet yoktur; sessizlik, cumhuriyeti yozlaşmaya ve çürümeye götürecektir. Makyavelli şöyle der: “Gerçekte her özgür devlet, halka tutkularını açığa vurma araçlarını sağlamalıdır, özellikle de tehlikeli durumlarda halktan başka bir gücü olmayan cumhuriyetler.”

1689-1755 yılları arasında yaşayan Fransız filozof Montesquieu de Makyavelli’ye hak vererek şöyle der: “Genel bir kural olarak, kendisine cumhuriyet adı veren bir devlette ne zaman herkes sakin görünüyorsa, orada özgürlüğün bulunmadığından emin olunabilir.” Montesquieu, anayasa ile ilgili olarak ise şunları diyecektir: “İktidarın kötüye kullanılmaması için, olguların düzeni gereğince, iktidarın iktidarı durdurması gerekir. Bir anayasa öyle olabilir ki, hiç kimse, yasanın kendisini yapmaya mecbur tutmadığı şeyi yapmaya, izin verdiği şeyleri de yapmaya zorlanamaz.”

Filozoflarla devam edelim. 1588-1679 yılları arasında yaşayan ve düşünceleri, tanıklık ettiği İngiltere iç savaşı tarafından şekillenen Thomas Hobbes “Leviathan” adlı eserinde neden bir ülkede sadece devletin güç kullanma tekeline sahip olması gerektiğini “doğa durumu” kavramından hareketle açıklar. “İnsan insanın kurdudur” diyen Hobbes’a göre bir siyasal otoritenin olmadığı doğa durumunda insanlar süreklileşmiş bir savaş halinde yaşarlar ve herkes birbirini öldürebilme anlamında mutlak bir eşitliğe ve özgürlüğe sahiptir. Ancak öyle bir an gelir ki, insanlar bu “herkesin herkese savaşı” anlamına gelen durumdan bir “toplum sözleşmesi” yaparak çıkmak isterler ve tek tek sahip oldukları şiddet/öldürme hakkını kendilerinden daha üstün bir otoriteye, yani devlete teslim ederler.

Niyetimiz elbette ki bu köşenin boyutlarını aşacak şekilde bir siyasal düşünceler tarihi tartışmasına girmek ya da cumhuriyet, devlet, şiddet, anayasa, iktidar gibi kavramlarla boğuşmak değil, sadece çok yalın bir gerçeğe işaret etmek: Siyasal teoride cumhuriyetin ne olduğuna, cumhuriyeti çökertecek olanın ne olduğuna, iktidarın sınırlarına ve devlet-toplum ilişkisinin şiddet bağlamındaki yerine dair yüzyıllar öncesinden gelen birtakım saptamalar var. Biz ise 2017 Türkiyesi’nde sanki bu saptamalar hiç yokmuş, insanlık bu merhaleleri yaşamamış, aşmamış gibi OHAL’i, KHK’leri, vatandaşların bir bölümüne vatandaşların bir diğer bölümüne şiddet uygulama hakkı verilmesini tartışıyoruz.

Bakın çok açık, bugün Türkiye’de Makyavelli ve Montesquieu’nün bahsettiği anlamda, “sessizliğin hâkimiyeti” söz konusudur ve burada bir cumhuriyet yoktur, karşımızdaki açıkça bir despotizm türüdür. Bugün Türkiye’de kimse bir anayasanın varlığından söz edemez. Gerek anayasa denilen metinlerin ruhunu “iktidarın sınırlandırılması” teşkil ettiği, gerekse de anayasal haklar OHAL aracılığıyla askıya alındığı ve OHAL yetkisi anayasanın belirlediği sınırların dışında kullanıldığı için böyledir bu. Devlet şiddet kullanma tekelini elinde tutar ama bu, şiddeti keyfi olarak kullanabileceği anlamına gelmediği gibi, egemenliğin doğası gereği söz konusu yetkinin başka kişilere ya da başka kurumlara devredilemeyeceği anlamına da gelir. Aksi, “doğa durumu”na dönüş olur, herkesin tek tek bireysel cezalandırma yetkisine sahip olduğu bir yerde ise toplum yoktur, orası olsa olsa bir topluluk olabilir ancak.

Günümüz Türkiye’si “Ortaçağa dönüş”ün giderek bir metafor olmaktan çıktığı ve hakikatin kendisine dönüştüğü bir yer olmaya doğru hızla ilerliyor. Üstelik bunun meşruiyeti milliyetçilik soslu dincilikle, yedi düvele karşı savaş iddiasıyla ve İkinci Milli Mücadele yalanıyla sağlanmak isteniyor. O halde bitirirken yine Makyavelli’ye kulak verelim. Filozofumuz “Floransa Tarihi” adlı kitabında ta yüzyıllar öncesinden şöyle diyor: “Bir ülke için en tehlikeli olan şey, partilere öncülük edenlerin ve liderlerin ülke sevgisinden bahsederek, kendi planlarını haklı çıkarmak istemeleridir.”

Not: Konuya ilgi duyan okur dostlar, Mehmet Ali Ağaoğulları’na ait olan ve “Mete Tunçay’a Armağan” adlı kitabın içinde yer alan, benim de bu yazıyı yazarken yararlandığım “Toplumsal-Siyasal Çatışmanın Erdemi: Machiavelli ve Montesquieu’den Alınacak Dersler” adlı makaleye bakabilirler.