Mademki onları ve onlara dayanan din tüccarlarını susturamıyoruz, derim ki o halde biz biraz susalım ve elimizden geldiğince “eylem”e yoğunlaşalım

Finlandiya Cumhurbaşkanı ile ortak bir basın toplantısı yaparken, Erdoğan’a Finli bir gazeteci (adı Tom Kankkonen imiş) “Siz bir diktatör müsünüz?” diye soruyor. Üstelik Türkçe, tercümana gerek duyulmadan.. Erdoğan da, etrafından gazetecinin kim olduğunu öğrendikten sonra, cevabı yapıştırıyor: “Eğer ben diktatör olsaydım sen bana böyle bir soru sorabilir miydin?”.

Yalan da değil. Fakat yalan olmayan başka bir şey daha var. Nedense Erdoğan’a böyle sorular soran bir Türk gazeteciye hiç rastlamıyoruz. Ya cesaret edemiyorlar, ya da Başkan’ın yanına yaklaşamıyorlar. Oysa Tom’un dediği gibi, ülkede böyle düşünen çok sayıda insan var. Üstelik Tom da, eğer kürsüde Fin Cumhurbaşkanı da olmasaydı, acaba bu soruyu sorabilir miydi? Pek sanmıyorum. Zaten sabıkalıymış; gazetelerin yazdığına göre Erdoğan Finlandiya’da iken ona yine böyle uygunsuz bir soru patlatmış. Bir yolunu bulur, yaklaştırmazlardı.

• • •

Erdoğan gerçekten de bir diktatör mü?
Kendisi bu soruya sinirleniyor ve “bana çocuklarım, eşim başta olmak üzere her türlü hakaret sınırsızca yapılmaktadır” diyor. Böyle diktatör olur mu? Maalesef doğru. Ve acı olan, ülkeyi küçük düşüren de bu! Altmış yıldır bu ülkedeki siyasal gelişmeleri yakından izlerim; seçimle gelmiş hiçbir Devlet adamına Erdoğan ve yakınlarına olduğu kadar ağır şeyler söylendiğini hatırlamıyorum. Üstelik sadece iç basında da değil.
Peki, yandaş basının sabah akşam şikâyet ettiği bu “nefret dalgası” nereden doğuyor? İşte yerinde bir soru ve bu soruyla tekrar “diktatörlük” meselesine dönüyoruz.

• • •

Evet, Erdoğan ülkede “dikta” kuramadı; muhalefeti yok edemedi, ama kendi partisi içinde adım adım tam bir dikta kurmayı başardı. Ve partisi de hala tek başına iktidarda. Kriz buradan doğuyor. Son altı yedi yıldır ülkede yaşanan hukuk faciası bir yana, varılan noktada Erdoğan AKP’yi beraberce kurduğu en yakın dostlarının ikazlarına bile dayanamadı. Onları bile partiden uzaklaştırdı.

Neden? Ne yapmayı düşünüyor? Parti ve Meclis diktasını “ülke diktası” haline getirerek elde etmeye çalıştığı “mutlak iktidar”ı ne için kullanmak istiyor?
Galiba son birkaç yıl içinde bunu anlamayan kalmadı. Erdoğan, din adına, ahlak adına, namus adına kendi hayat tarzını bütün millete kabul ettirmeye çalışıyor. Üstelik ne ciddi bir din tarihi bilgisine sahip, ne ilahiyat meraklısı, ne de bunlara ayrılacak vakti var. “İleri demokrasi” diyor, “Başkanlık sistemi” diyor; fakat konuşmalarından demokrasi tarihi ile ilgili tek bir kitap bile okumadığı anlaşılıyor. En iyi bildiği şey, dar bir siyaset jargonu çerçevesinde insan ve çıkar ilişkileri kurgulamak. Osmanlı ulemasının “Muallim-i Evvel” dediği Aristo’yu demokrasiden soğutan bir “retorik” ve “demagoji” ustası. Ve bu anlamda da bir “oyun kurucu”; kurallarını kendisinin koymaya çalıştığı bir “oyun”un kurucusu. Oysa fanatik ya da çıkarcı yandaşları dışında kimse artık bu “oyun”da rol almak istemiyor. Gezi direnişine yol açan nefret dalgası da buradan kaynaklandı.

• • •

7 Haziran seçimleri bu bakımdan bir dönüm noktası oldu. Erdoğan iktidar dayanağını kaybetti; fakat direndi; “hayır!, dedi, olamaz! iktidarı veremem!”. Ve yeni seçimler düzenledi. Böylece de Türkiye rejim buhranının en kritik aşamasına adımını attı. Bu aşamada Erdoğan elindeki (legal-illegal) bütün kozları kullanma niyetinde görünüyor. Ve, gelişmelere bakılırsa, iktidarın yeniden fethi için en önemli koz olarak da ülkede yaygın olan Kürt düşmanlığını görüyor. 10 Ekim’den sonra yaptığı konuşmalar gösteriyor ki Ankara katliamını da bir ölçüde Kürtlere (PKK, PYD, HDP) yıkmaya çalışıyor.

Tutar mı?
Kuşkusuz sadece (Nazım’ın diliyle) “serçeler, akrepler ve koyunlar” buna inanacaklardır. Fakat yakınları şehit olan kimi subay ve astsubayın feryadına bakılırsa bunun çoğunluk inancı olabileceğine inanmak da zor görünüyor. Erdoğan anti-Kürt cephe çağrısında daha şimdiden kimi milliyetçileri yanına almış olsa bile..
Ben şahsen çoktandır şu kanıdayım: Erdoğan parti ve Meclis diktasından, ülke diktasına asla geçemeyecektir. Çoktandır çapının buna uygun olmadığı ayan beyan ortaya çıkmış bulunuyor. Ne var ki kendisine bunu denemekten başka bir yol da bırakmadığı için, gerilim artıyor ve ufukta kara bulutlar dolaşıyor.
O halde ne yapmalı? Nasıl davranmalıyız?
Bu dertleşmeye Finli bir gazetecinin sorusuyla başlamıştım; bir Fin fıkrasıyla da bitirmek istiyorum. Bu karanlık tabloda yersiz bulanlar olabilir; haksız da sayılmazlar, ama bence çıkarılacak bir ders var.

• • •

Ülkeyi nasıl kurtaracağımızı uzun uzun konuştuğumuz bir toplantıydı. Bir Fin’li hanım söz alarak “siz Türklerle biz Finliler bir konuda tamamen birbirimize zıtız” dedi; “siz hiç durmadan konuşuyorsunuz, icraat yok; biz ise çok az konuşuyoruz ...”. Kibarlık etti, gerisini getirmedi. Ve sonra da şu kısa fıkrayı anlattı.
İki Finli içmeye giderler. İçkiler ısmarlanır; garson tepsiyi getirir ve iki dost kadehleri kaldırıp “şerefe” diyerek birer yudum alırlar. Sonra da dalar giderler.. Aradan bir saat geçer biri (Tom diyelim) tekrar kadehi kaldırır, “şerefe!” ve birer yudum daha.. yine dalarlar. Ve bu böyle üç kez devam eder. Dördüncüde Tom tekrar kadehi kaldırınca arkadaşı sinirlenir ve “Ne bu dostum, der, biz buraya içmeye mi geldik, yoksa gevezelik yapmaya mı?”

• • •

Bu kadarı da fazla ve aslında kimsenin de gülmeye hali yok, ama “acaba bugünlerde biraz da Finli mi olsak?” demek geliyor içimden. Bu ülkede “söz gümüşse sükût altındır!” diyen bir atasözü var, ama bir “boş konuşma yarışması” olsa, herhalde orada altın madalyayı biz kapardık. Elbette kimse tamamen susalım diyemez, ama bu kadar bol ve boş konuşma da şart mı? Bana öyle geliyor ki bu ülkedeki laf ebeliği kolektif kavrayışı zenginleştireceğine, aksine, daraltmaya başladı. Ve bugünkü koşullarda sadece susmak değil, susturmak da bir erdem haline geldi. Tabii önce silahları. Ve sonra da örneğin katledilen insanlar için saygı duruşunda bulunanları yuhalayacak kadar alçalan yaratıkları?..

Mademki onları ve onlara dayanan din tüccarlarını susturamıyoruz, derim ki o halde biz biraz susalım ve elimizden geldiğince “eylem”e yoğunlaşalım. Çünkü bugünlerde her şey açık, fazla konuşmaya gerek kalmadı. İnsanlığın değişik coğrafyalarda defalarca yaşadığı bir dramı yaşıyoruz. Öyle iddialı bir “eylem”den de söz etmiyorum. Sadece biraz da konuşmayalım, yapalım diyorum. Oylarımızla ve diğer tüm demokratik haklarımızı kullanarak.. Yeni Haziranlar yaratarak..