Bu yazıyı yazdığım saatlerde Başbakan Davutoğlu veda konuşması yapıyordu. Aynı dakikalarda Türkiye işçi sınıfına yönelik en kapsamlı saldırılarından biri TBMM Genel Kurulu’nda sırasını bekliyordu.

Kiralık işçi uygulamasının yasalaştırılarak yaygınlaştırılmasını amaçlayan bu düzenleme, insan onuruna yakışmayan bir çalışma biçimini çalışma yaşamının asli unsurlarından biri haline getirecek.

İşçinin emeğini satma özgürlüğünü ticaret konusu haline getiren, iş gücü piyasasının altını oyacak olan kiralık işçi uygulaması, modern bir dayıbaşılık sistemi. Sistemle işsize iş değil, kölelik bürosu seçeneği sunuluyor. İşsizin “ne iş olsa yaparım” çaresizliği kurumsallaşıyor. “İşsizlik kader değil, size süreğen bir geçici iş verelim. Hiç bitmesin işsizliğiniz”. Böyle diyorlar.

Geçici iş ilişkisi istismara açık bir alan. Nitekim yasa taslağının gerekçesinde de bu açık bir biçimde belirtiliyor. İstismarı önlemek için çeşitli yaptırımlara ihtiyaç duyulmuş. Ancak aynı konuda üç kez, farklı başlıklarda altı kez ihlal hakkı tanınıyor.

İş Kanunu’nun bile uygulanmadığı, kanuna uygun hareket eden firmaların parmakla gösterildiği, bu firmalarda çalışmanın bir şans olarak görüldüğü, iş cinayetlerinde rekor üstüne rekor yaşandığı, çalışma hayatında her tülü istismarın çekinmeden, gücenmeden yaşandığı bir ülkede, hangi amaçla, yangından mal kaçırır gibi, işçiler köleliğe mahkûm ediliyor?

TBMM gündemindeki söz konusu yasanın adı “İş Kanunu İle Türkiye İş Kurumu Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Tasarısı.” Bu metin, 1 Şubat 2016 tarihinde TBMM başkanlığına gönderilmişti. Tasarının altında Başbakan Davutoğlu’nun imzası vardı.

Altına atılan imzanın ve sahibinin bir anlamının kalmadığı bir dönemdeyiz. Ne de olsa artık tek ve büyük bir imza var tüm metinlerin altında.

Gizlisi saklısı yok

Davutoğlu 22 Mayıs tarihinde yapılacak kongrede aday olmayacağını açıklarken, konuşmasında kendi döneminde yaşanan tüm gelişmeleri sahiplendi. Yaptıklarından övgü ile bahsetti. Belli ki istifa etmeye zorlanmasını kabul edemiyordu. Ancak biz tüm bu yaşananların, yani içeride ve dışarıda süren savaşın, Türkiye’nin uçuruma doğru sürüklendiği maceranın, meclisin fiilen işlemez hale gelmesinin sorumlusunun kim olduğunu biliyoruz.

Tartışmalardan anlaşıldığı kadarı ile apaçık bir siyasi darbe var ortada. Seçilmiş bir Başbakan’ı kendi rızası dışında istifaya zorlayan bir güç olduğu iddia ediliyor. Üstelik bu gücün kim olduğunun gizlisi saklısı da yok.

Yaşananlar ister istemez akıllara 28 Şubat 1997 tarihindeki meşhur post modern darbeyi anımsatıyor. Necmettin Erbakan’ı ve hükümeti istifaya sürükleyen dayatmalar ısıtılıp toplumun önüne sunulup duruluyor.

Acaba düne kadar 28 Şubat’ı dillerinden düşürmeyenler bugün yaşananları nasıl yorumlayacak. Hiç şüphe yok ki onlara göre hedefe ulaşmak için her türlü yol mubah.

Ne diyorduk memleket yangın yeri. Edip Cansever’in Mendilimde Kan Sesleri şiirindeki gibi dağılmış pazar yerlerine benziyor memleket.

Bu dağılmış pazar yerinde, bu yoğun gündemin içinde fırsatlara odaklanan bir kurnazlık hiç eksilmiyor. Kargaşadan istifade edip onun bunun cebine elini sokak bir hırsız gibi, krizi fırsata çevirmek isteyenler var. Bu karanlık içinde kölelik işçi bürolarını yasalaştırma gayreti başka nasıl açıklanabilir?

Edip Cansever’in Tragedyalar adlı şiirinden dizeler düşüyor aklıma…

“Gün bitti. Saat kaç. Bitecek mi bir gün savaşımız
Hak edilmiş hüzünlerimiz olacak mı bizim de
Dönüp dönüp arkamıza baktığımız
Bir dünya kalıntısı üstünde
Hak edilmiş hüzünlerimiz olacak mı bizim de.”