Fısılda “yalnız değiliz!” …Yalnız değiliz! Yalnız değiliz… fısılda… işte bak fısıltılarımız geri dönüyor fısıldanan çığlıklarla. Kısık sesler ve bizimkine benzer tonda. Duyuyor musun tenindeki coşkun titreşimi?

Fısıldayan çığlık

Yasemin Yazıcı

Ne kadar yalnızız, derken sözcüklerin iç çepere çarpıp yankılandı. Yankısı öyle uzun sürdü ki, “Sus artık! Yalnızlık deme! Yeter!” diye haykırdım alçak sesle. Kıstım sözlerimin sesini. Yine de çarptı. İnceden tınlamalarla rüzgâr çanları gibi çalındı kulaklarımızda. Sustun. Sessizliğimize çekildik, -ne kadar… dar… dar yalll …nızzz …ızzzzz…- yankısına karışan fısıltımla söndü, kekeleyen sözcüklerin titreşimi.

Konuşmayı bıraktık.

Yeniden iç çepere çarpıp üstümüze doğru düşmesini istemiyorduk hecelerimizin.

Bir zamanlar burada çok kalabalıktık. İçten dışa gidip geldiğimiz kapı aralıkları vardı. Tartıştığımız derinlikli konular olurdu, seslerimiz dışa doğru yöneldiği için yankılanmazdı. Birbirimizi işitmeye çabalardık ya da aldırmaz, bir tümce üzerine sözler yığardık. Onları eşeleyip kendimizin olanları bulurduk. Bazen yabancı durduğumuz ateşten anlamların üstüne türlü nidalar atarak serinletirdik. Sözler seslere dönüşmemişti henüz.

Kendi kuytularımıza çekilmiştik, azınlık kalmadan önce.

Sessizliğimizde anımsıyoruz; zamanın şimdilerinde. Piyonların şahları mat yaptığı yalancı düşler… Piyon iktidarında, hayatımızın karmaşık duygularla bezeli çığırtılar altında, kurnazlığın eli çabukluğuyla yergi ve yengilere dönüştüğüne tanık olduk-oluyoruz. Kim kimdi? Herkesin kostümünün, tavrının, sözcüklerinin eşleşmeyen yüzlerle, maskelerle bedenlerde kibirle taşındığını gördük, gördüklerimizi sezdik, sezdiklerimiz olgulardan olaylara dönüştü. Olaylar çeperin içini daraltmaya başladı. Herkes kendine bir meydan istiyordu. Büyük bir meydan. Kendine oyun alanı. Belki o zaman başladı kaçışlar dış çepere… Öyle düz, öyle kırılgan, insanı öyle apaçıkta bırakan küresel düzlüğe tutunmak zorken, ölümüne kaçışlar başladı. Dışarısını bilmeyen adımların telaşıyla, gitti onlar. Eskiden iç/dış diye hiç ayrılmazdık: kapılar… kapılar…

Piyonlar şahları indirip, kendilerine görkemli korunaklar yaptılar. Atlar adımlarını karıştırınca, şahlara karşı şahlandılar korkudan: Çiftelerinin altına alıp onları un ufak ettiler, sonra doludizgin ovalara doğru gittiler düşlerinde. Vezirler kalelerin dışına sürüldü. Ardı sıra piyon sürüsü iz sürüyordu, kahkahalar atarak ölümlerini uzatmak için. Vezirler, hep karşı karşıya gelmeye alışkınken, birbirlerinin ellerini tutup ormanda saklanacak bir kovuk arıyorlardı, boşuna. Fillerin mızraklanarak öldüklerinde çıkardıkları acı seslere, piyonlar temsil ettikleri vahşiliği zincirlediler. Kuralsız oyunlara girişildi. Sözlerimizi kaçırmaktan başka bir umar yoktu, bir zaman geçti böyle… Ama ne kadar zaman bilmiyorduk.
Kapı aralıkları örüldü. Işıklar çekildi. Karanlığa kesildik. Birbirimizi karaltımızdan tanıyorduk. Parmak uçlarımızla dokunarak hissediyorduk yaşadığımızı. Sözlerimizin sesini kısmıştık. Biz seslenirsek, piyonlar ses yükselticilerle yankı vuruşuna tutuyordu ruhlarımızı. Yankılanan harflerin art arda patlaması, içimizde bombalara dönüyordu. Git gide sözlerin kurduğu değerli anlamlar unutuldu. Biz önce sözlerimizi koruduk azalmasın diye. Anlamsız, tek düze sesler çoğaldı…çoğaldı…sonrasında.

Biliyorsun.

Artık öylesine bile olsa konuşacağımız zamanlar yok!

Zihniyetin iç çeperindeydik. Zamanla çok eksildik. Güçten kesiliyorduk. Piyonlarsa yeni piyonlarla çoğalıyordu… Kuralsızlıkla yapılanmıştı kurguları. Karanlıkta görmeyi öğrendik zaman uzadıkça. Onlar bizi görmüyordu. Varlıklarımızı itekleyerek, iç çepere doğru yapıştırıyorlardı bizi. Ayrık, sıkışık, hareketsiz kalmıştık. Saldırgan piyonlar kendilerini kopyalıyordu durmaksızın. Ölüm aralıksızlığında kimi piyonlar da eziliyordu. Ayrımında değillerdi. Görüyorduk o karanlıkta, seslerini işitiyorduk vahşi çığlıklara bürünmüş; kımıldayamıyorduk.
Biliyorum, tükeniş içinde ruhun.

İç çepere yapışan bedenimiz, günden güne artan ısıyla incelen zarın genleşmesini duyumsuyor. Dışarıda kalanların soluklarını işitiyoruz sanki. Ses tellerindeki titreşimi duyuyoruz. Nasıl mı? Soluğunu tutarsan duyuyorsun işte. Evet, hafifçe içine çek, dinle ve bırak nefesini… Şimdi elimi tut… Parmaklarımızda, dışarıdakilerin zar yüzeyine yaslanan varlıklarını hissedelim bedenimizde… Hadi fısılda şimdi… kulağıma. Sevincini bile haykırmamalısın. Hiç işaret bırakmamalısın piyonlara. Yok bilsinler… Ardımızda ölümden başka kaçış yok bilsinler… bırak fısıldasın çığlıkların.

Biraz daha iyi misin şimdi?

Bak! Saldırgan piyonlardan çoğalan piyonların uzantısı, körlükten sağırlığa, sağırlıktan dilsizliğe dönüşmekte… Sözleri tekliyor, tümceleri ortasından kırılıp parçalanıyor… Heceler yanlış hecelerle tümleşiyor. Sözlerinin anlamı yok…
Hadi bekle… beklerken ötekilere fısıldayalım duyumsayarak gördüklerimizi. Fısıltılarla direnelim tutsaklığımıza. Giderek incelen çeperin dışında yeni bir şeyler oluyor. Duyumsa. Yalnız değiliz.

Fısılda “yalnız değiliz!” …Yalnız değiliz! Yalnız değiliz… fısılda… işte bak fısıltılarımız geri dönüyor fısıldanan çığlıklarla. Kısık sesler ve bizimkine benzer tonda. Duyuyor musun tenindeki coşkun titreşimi?

Sakın yükseltme sözcüklerinin ses ayarını. Öfkenle kendini öldürebilirsin. Piyonları da birbirine düşüren bu doyumsuz öfke. Dinginleş. Durulsun sabırsızlığın. Biliyorsun. Piyonlar oynayamaz; zekâları yoktur, duygularının dizginlerine tutsaktır hepsi; o yüzden kargaşa içindeyiz.. O andayız şimdi. Yaşadığımız buysa anlatmalıyız yarına. Hepsi geçecek…

Tanıklığımızla beklemeliyiz yerimizde. İç çeperden dışarı ilk bizler çıkacağız. Hepsi bitecek; kalanlarla kucaklaştığımızda. Düşüncelerimizin fısıltıları bile, onlardan güçlü yapıyor bizleri. Anımsa. Kaçıncı oyundur bu, içinde duraksadığımız. Biliyorsun.

Bak işte, o kadar yalnız değiliz.