Google Play Store
App Store
Fıtrat’ımızda unutmak var;   bu yüzden 2014’ü yazdım...

ÖZGÜR ÖZEL - @eczozgurozel

AKP ülkeyi 2013’ten 2014’e yerel seçim gündemiyle girmeye hazırlarken, 17/25 Aralık operasyonları ile adeta soğuk bir duş aldı. Hükümetin 4 önemli Bakanı’nın karıştığı ve oğlu üzerinden devrin başbakanına uzanan, dünya siyasi tarihinin en büyük yolsuzluğunu konuşarak girdik yeni yıla.

Bu süreçte iki ana tez oluştu. Bunlardan ilki; yolsuzluk, yoksulluk ve yasaklarla mücadele etmek için geldiğini söyleyen AKP’nin, bir taraftan 12 yıldır yoksulluğu ortadan kaldırmayıp yönetmeyi tercih etmesi, Gezi sonrası aklın almayacağı yasaklara sarılması ama en nihayetinde yolsuzluk konusunda gündemi altüst eden büyük şokun ise AKP için tam bir çöküşü başlatacağı teziydi. Diğer tez ise; ilk günlerdeki şaşkınlık ve utancı atlatır atlatmaz, derhal yolsuzluk operasyonları için ‘Bize karşı darbe girişimidir’,  ‘Dış mihraklar ve yerli işbirlikçileri hükümetimize darbe yapıyor, gözünüzle görseniz de olanlara inanmayın’, ‘Para kasalarını paraleller koydu, bize sahip çıkın’ söylemine sarılan AKP’nin teziydi.

Her ne kadar; yıl içinde önce operasyonu başlatan polisleri, sonra savcıları, sonra hakimleri ve en nihayetinde, Cemaat eliyle yapılandırdıkları ve şimdi rahatsızlık duydukları HSYK’yi değiştirmeye kadar gidecek ve  bu yolsuzluğu ortaya çıkaranları meslekten men/sürgün gibi cezalara çarptıracak da olsalar, 1 yıl önce Cemaat koydu dedikleri paraları yıl içinde geri de isteyecekler, hatta faizi de hak edeceklerdi! O günlerde bu kadarı film senaryosunda olsa da rahatsızlık yaratır denecek bu kurgu, 2014 yılında vicdanlarda değilse de, AKP’nin taşıyıcı seçmeni üzerinde etkili oldu. Ayrıca; bir kurucusunu Cumhurbaşkanlığı’ndan alaşağı edip, bir diğer kurucusunu Cumhurbaşkanlığına taşıyan AKP’nin “ortak” aklının, tüyleri diken diken edecek yeni güçlü bir argümanı vardı artık: “Yolsuzluk dediniz, hırsızlık dediniz, ama bakın biz sandıkta aklandık.” İşte bu korkunç söylemi hem yerel seçimlerin, hem de cumhurbaşkanlığı seçiminin sonrasında sıkça ve hoyratça kullandılar.

Yıllardır yaptıkları siyasette sadece simgelere sarılanların, “yeni simgeler” (havada uçuşan ayakkabı kutuları, para kasaları, kol saatleri) itibarlarını tüm dünyada sıfırlarken, “Yeni Türkiye” devrin başbakanının, oğlu ile yaptığı kriptolu görüşmede ‘evdeki paraları sıfırla’ talimatı vermesine değil de, kriptolu telefonun dinlenmiş olmasına ‘böyle ahlaksızlık olur mu?’ tepkisini verebiliyordu.  Herhalde 2014 yılını anarken en çok bu cümleyi tekrarlayacağız: Böyle ahlaksızlık olur mu?

2014’ün fıtratı: İşçilerin soykırımı
2014 yılının hafızalara kazınan bir diğer kelimesi ise ne yazık ki ‘fıtrat’ oldu. 2013’ün Ramazan ayının ilk gününde Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı’mız iftarını Soma AŞ’ye ait bir maden ocağında açmış, akıllara madenler ne kadar güvenli sorusu gelirse diye de; o madenin Türkiye’nin en güvenli madeni olduğunu kayıtlara geçirmişti. 13 Mayıs günü saat 15.10’da gelen ilk bilgilerle başlayan kâbus 5’inci günün sonunda aynı Bakan’ın aynı şirketin yönetim binasının önünde yaptığı “Burayı 301 kayıpla kapatıyoruz inşallah” açıklamasıyla tamamlandı.

Türkiye’nin en güvenli madeninde Türkiye’nin ve dünyanın en korkunç iş kazalarından biri yaşanmış, geçmişte bizlerin sürekli dile getirdiği ama kimseyi inandıramadığımız ‘madenler güvenli değil sürekli ölümler oluyor, tedbir alınmazsa büyük facialar yaşanabilir’ uyarıları o günlerde ülke gündeminde yer alamazken, 13 Mayıs’ın akabinde dünyanın önde gelen tüm gazeteleri, ajansları ve televizyonları 23 Ekim günü 51 arkadaşımla birlikte verdiğim ve 29 Nisan günü üzerinde konuştuğum önergeyi dünya gündemine taşıdılar. 29 Nisan günü Meclis’te yapılan oylamada BDP ile MHP’yi bile birleştirmiş olan bu önergenin AKP oyları ile reddedilişi ve AKP milletvekillerinin o günkü oturumda Bakanlık’tan gelen bilgi notları ile “Bu madenler Türkiye’nin en güvenli, dünyanın sayılı güvenli madenlerindendir. Madenlerin güvenliğini araştırmaya gerek yoktur. Gerekli tedbirler Bakanlığımızca alınmaktadır” ifadelerini kullanmaları Meclis’in yüksek duvarlarının bir yerlerinde hâlâ asılı duruyor.

O günlerde;  Soma, Kırkağaç, Savaştepe ve Kınık başta olmak üzere, Türkiye’nin dört bir yanında yoksul evlerden ağıtlar yükselirken, önce Başbakanlık müşavirinin tekmesi, sonra da Başbakan’ın  bizzat savurduğu yumruk ve küfürler  tarihteki  yerlerini aldılar.

Diğer yandan da,  “Soma’lar bir daha yaşanmayacak, her türlü tedbir alınacak. Gerekirse madenlere madenciden önce siyasiler girip güvenli olduğunu kanıtlayacak. Bunlar sağlanana kadar devlet bütün madencilere bakacak, tek bir kişi bile işsiz bırakılmayacak. Bir daha böyle bir şey Türkiye’de yaşanmayacak. Rodövans olmayacak, taşeron kaldırılacak. Kim olursa olsun, soruşturma nereye giderse gitsin sorumlular cezasız kalmayacak” sözleri, vaatleri yetkili ağızlarca nefes almadan sıralanıyordu.

Madende yakınlarını kaybeden ailelere etkin psikolojik ve sosyal destek yerine; devletimiz ağlayan annenin, ağlayan eşin, ağlayan çocuğun ağzına para tıkarak onları susturmaya çalıştı. Ailelere verilen sözler nispeten, çalışan madenciye verilen sözler ise kısmen tutulmuşken, önce bir gecede 2800’den fazla madenci işsiz kaldı. Soma’nın üzerinden 5 ay geçmesine rağmen iş güvenliği ile ilgili bir arpa boyu yol alınmamışken ve ağıtların, isyan çığlıklarının tam da azaldığı bir gecede ilk günlerde ‘unutmayacağız’ dedikleri Soma’yı unutturmamak isteyenlere, “Türkiye’nin enerji politikalarına karşısınız, demek dış güçlerle işbirliği yapıyorsunuz. İş güvenliği önemli ama, Türkiye’nin kömür de çıkartması lazım, enerjiye ihtiyacımız var” demeye başlayan pişkinlere ve aslında bunların konuşulduğu bir ülkede hepimizin yüzüne, bu sefer Ermenek’ten gelen çığlık,  gerçekleri bir kez daha haykırdı.

Soma’nın ve aslında Türkiye’nin yerin altındaki ve üstündeki sınavı da henüz bitmemişti. O güne kadar Soma’dan sonra ülke genelinde 60 madencimizi daha kaybetmişken, Yırca’da bir başka mücadele başladı. Temiz enerjiyi savunanları adeta linç edecek derecede gözünü hırs bürümüş olanlar, Soma’da yeni bir termik santral ihalesini alıyor ve kimsenin gözünün yaşına da bakmadan bu santrali 100 yıllık zeytinliklerin üzerine yapmayı seçebiliyordu. İşte Türkiye’nin en yaman çelişkisi burada başlıyor ve koca ovada başka hiç yer kalmamış gibi termik santral için seçilen alanda 6000 zeytin ağacı katledilirken, iktidara yakın, gücünü ondan alan şirket hiç tereddütsüz hukuku ayaklar altına alabiliyor, köylüyü darp edebiliyor ve tüm bunlar olup bittikten sonra da utanmadan, sıkılmadan Soma’ya zeytin ağacı dikme töreni düzenleyebiliyordu. 2014 her yönüyle acı ve karanlık bir yıl olsa da direnişi ve umudu da müjdeledi bize. 2014’ün en şanlı direnişi Yırca’da  köylülerin zeytin ağaçları için başlattıkları haklı mücadele, Danıştay’ın iptal kararını öğrenmeleri ile taçlandı ve hepimize umut oldu, inanç aşıladı bir kez daha. 2014 Gezi ruhunun, Türkiye’nin adını dahi bilmediği bir köyünden yükselebileceğini de anlattı bize.

2014 hepimize; Görevden göreve geçerken kaplumbağa gibi kaçak sarayını sırtında taşıyan Recep Tayyip Erdoğan’ın da; Ermenek’te Recep amcaya sağlam bir ayakkabı yerine, yine yırtık plastik ayakkabısının 10 liralık yenisini yollayan şımarık iktidar aklının da, artık sonunun geldiğini ve sayısal üstünlüklerini korusalar da siyasal üstünlüklerinin son bulduğunu gösterdi.

2014 bir tarafta Recep’in kaç-Ak Saray’ından yükselen kokuşmuşluğu, diğer taraftan ise Recep amcanın yırtık lastik ayakkabısından yükselen çığlığı koydu önümüze.

Aslında iki Recep bize simge siyasetinin son 12 yılda geldiği noktanın yeni bir paradigmaya evrildiğini ve ülkemizin bir yerlerinde hâlâ umudun yeşerebileceğini de fısıldadı.

İşte bu yüzden 2014 acının, zulmün, işçi cinayetlerinin, hırsızlıkların, ahlaksızlığın yılı olsa da, 2015’e Recep amcanın, Soma’nın, Yırca’nın gözyaşlarında, alın terinde saklı emeğin, barışın, özgürlüğün, sevginin ve umudun kıvılcımını bıraktı.
İşte tam da bu yüzden, böylesi bir iktidarın karşısında içinde seçim barındıran 2015’e ‘umut yılı’ adını vermek de boşuna bir beklenti olmasa gerek.