Bulutlar gökyüzünü kapatmış. Pencereden sokağa bakarken hissettiğim dinginlik, belki de içsel bir bakışın sonucu. Sonbahar bir içe bakış mevsimi çünkü. Kitaplarımı derleyip toparlarken düşüncelerim de derlenip toparlanıyor.

Winnicott’ın bebeklerle ilgili gözlemlerine dair aldığım bir not gözüme ilişiyor, bir kitabın arasından düşen. İki haftadır yazdığım adanmışlık meselesine başka bir açıdan bakmama vesile oluyor bu not.

Bebek açken diyor Winnicott, herhangi bir şeyin varlığına inanmaya hazırdır, beklentisi doğrultusunda memeye dair halüsinasyon görme yatkınlığı geliştirir. Yanılsamaların beklentilerimizle ilişkisi, aşkta ya da politikada, ne kadar da benzer. Bir bebek, annesine bağımlı, çaresiz ve yaşadığı açlık gerilimi onu herhangi bir şeyin varlığına inanmaya hazırlıyor. Açlık gerilimini, bebekler bir dağılma, parçalanma gibi yaşarlar. Winnicott, emzirmenin sadece bebeğin karnını doyurmayla ilgili bir olay olmadığını, aynı zamanda bebekle anne arasında duygusal bir bütünleşmeyi de sağladığını yazmıştı. Bu bütünleşme, hakkında yanılsamalara kapılabileceği gerçekliğe olan inancın da doğuşu anlamına geliyor; çünkü memeyi sadece nesnel olarak değil, arzusunun bir parçası haline gelen öznel bir deneyim olarak yaşıyor.

İnsanın kendisini bir davaya, dine ya da aşka adaması, böylesi bir bütünleşme çabasıyla açıklanabilir mi? Bu bütünleşme çabası, beklentisi doğrultusunda insanı yanılsamalara açık hale mi getirir? Adanmış yüreğin tersine, bir flörtöz, yanılsamaları bir çocuğun oyun oynaması gibi mi yaşar? Bir çocuk, oynadığı oyunu ne kadar ciddiye alırsa alsın, süper kahraman olmadığının her zaman farkındadır.

Adanmışlığın, insanı dağılmaktan koruyan bir bütünleşme vaat ettiği kesin. Zeki Demirkubuz’la yıllar evvel Beyoğlu Sineması’nın çay ocağında sohbet etme imkânı bulmuştum. Romanlardan konuşurken, bana çok genç yaşta siyasi bir tutuklu olarak cezaevine girdiği zaman yaşadığı duyguyu, duvara toslayıp dağılma olarak tarif etmişti. Bu dağılmayı, sanatla ilişkisi açısından önemli bir kırılma ânı olarak tanımlamıştı; diğer tutuklulara baktığında adanmışlıkları ölçüsünde dağılmadıklarını da gözlemlemişti. Adanmışlık, gerçekliğin yıkıcı etkisinden koruduğu kadar, yanılsamalara kapılmayı da kolaylaştırıyordu. Belki de sinema onun için dağılmasını sona erdiren bir adanmışlığa dönüşmüştü sonradan, kim bilir…

Ya da Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza”sındaki Raskolnikov’u düşünürsek, Sonya’ya hissettiği o mutlak aşk, onu dağılmaktan korumuş ve yaşadığı ağır tutsaklığa rağmen hayatta kalmasını sağlamıştı. Dostoyevski’yle ilgili yazılmış incelemelerde, kendi hayatı ve romanlarında sürekli olarak mutlak aşkı aradığı üzerinde durulur, sonradan dine yönelmesi de bu açıdan ele alınır.

Adanmışlığın, flörtözlüğe göre konforlu bir yanı var, yaşama bir anlam kattığı için. Philippe Djian’ın “Betty Blue”sundaki anlatıcı ve roman kahramanı Zorg için ne denebilir peki, kendini adamayı bir tür zincire vurulmak olarak tarif ederken, yaşadığı aşktaki adanmışlığı için? Zorg, belki de ‘flörtöz adanmış yürek’ için iyi bir örnek.

Günümüz insanının, kaygıyla baş etmekte zorlandığı ve kolay dağıldığı bir gerçek. Sürekli bir rolden diğerine geçmeye zorlanıyor. Özel ve kamusal alanlardaki köprüler atılarak insan yalnızlaştırılınca, varlığını onaylayacak bir hakikat ya da güçten mahrum kaldı ve dağılmak kolaylaştı. Varlığın onaylanması, bebeklikte de temel ihtiyaç. Bebek de uyurken, uyanıkken, açken ya da doymuşken farklı kendilikler deneyimler; bu kendilikler arasındaki uyum ve bütünleşmeyi anneyle etkileşimi sağlar. Adanmışlık, böylesi bir onay ihtiyacıyla ilişkiliymiş gibi görünüyor.

İnsan, benliğinin ve yapabileceklerinin sınırlarının ne kadar farkına varırsa, hayal kırıklıklarıyla o denli kolay baş edebilir; ne kendi başına flörtözlük, ne de adanmışlık bir çare... Djian’ın Zorg karakteri gibi flörtöz bir adanmış yürek olmak gerek belki de… Yoksa nasıl şöyle söyleyebilirdi: “Ve bundan sonra insana sadece umutsuzluğun kaldığına inanmak, bir kere daha yanılmaktır. Çünkü umutsuzluk da bir yanılsamadır.”