Sanatçı taklitten bütünüyle kurtulabilir mi? Schopenhauer’e göre bu sadece müzik sanatı için mümkündür.

Flüt çalan filozof
Jules Lunteschütz’ün 1855 yılında yaptığı Schopenhauer portresi.

Cem Kertiş

Nietzsche, Wittgenstein, Husserl, Ponty gibi düşünürlerin yanı sıra Freud, Wagner, Tolstoy, Conrad, Hardy, Proust gibi birçok alandaki önemli şahsiyetleri etkilemiş olan Schopenhauer, kötümserci istenç felsefesiyle anılsa da ben onun gerçekçi bir filozof olduğunu düşünürüm. Budizm’i ve Doğu felsefesini detaylı bir şekilde incelemiş ilk Batılı filozof olarak Schopenhauer, Budacılığın dört yüce hakikatine katılır. Bu dört yüce hakikat nedir? Yaşam acıdır ve acı çekmektir. Bu acı istemeden (istençten) kaynaklanır. İstençten kurtuluş bu acıdan kurtuluştur. Ve son olarak, aşırılıktan uzak bir yaşam istençten kurtuluşun biricik yoludur. Peki, istenç nedir? Bu soruyu oldukça basit bir örnekle açıklamaya çalışacağım. Yuvasına yiyecek taşıyan bir karıncanın önüne parmağınızı koyarsanız karınca ya parmağınızın üzerinden ya da etrafından geçerek hedefine yol alır. Onu hedefinden bir başka söyleyişle istencinden alıkoyacak yegâne şey ölümdür. Onu öldürmeniz de istenci yok etmez, aksine hizmet eder. İstenç canlı cansız her var olana içkindir. İntihara karşı tutum alan Schopenhauer’in bu olguya yaklaşımına bakarak istenç kavramını daha kolay anlayabiliriz. İntihar eden kişi istenci yok edemez. O kendi yaşamına son vererek istence hizmet eder. Ölü bir bedeni yiyen diğer canlılar yeniden ve yeniden yaşama, bir diğer söyleyişle istence katılır çünkü. Bu bağlamda, onun kelimeleriyle söylersek, “Dünya birbirini yiyenlerin yeridir.” Bunu söylemek bir düşünürü karamsar yapmaz. Orman ve kanunları her yerdedir. Bu apaçık bir gerçektir. Burada es geçmeden belirtmek gerekir, ünlü kitabı İstenç (İsteme) ve Tasarım Olarak Dünya’da ‘yaşama istenci’ kavramını anlamsız bulduğunu vurgular; çünkü ona göre yaşam zaten istençtir ve istenç zamansızdır. Zira zaman, başlangıcı ve sonu olan için geçerlidir. Ve yine söylememiz gerekir ki, o, bu kavramının Kant felsefesindeki noumenon (kendinde şey) kavramına karşılık geldiğini belirtir. Kant’ın bilinemez, üzerinde konuşulamaz dediği ‘noumenon’ un Schopenhauer’in felsefesindeki karşılığıdır istenç ve insan yoluyla istencin bilinebilirliğini kabul ederek Kant’dan farklı düşünür. “Kendinde şey, istencin (nesne olmamış, daha tasarıma dönüşmemiş) kendisidir.” (1) (Schopenhauer)


''İstencin bir hedefi var mıdır'', sorusuna düşünürün cevabı açıktır. Hayır, o iyimserci usçuların aksine istenci kör ve hedefsiz görür. Aşkın Metafiziği adlı eserinde, aşkı, türün devamlılığına hizmet eden bir olgu olarak değerlendirir. Kısaca, maşuk aşkta özgür değildir. O, olsa olsa istenç yoluyla türün devamlılığına katkı sağlayan bir hizmetçidir. Peki, türlerin devam etmesi, tüm bu olan bitenin bir anlamı var mıdır? Hayır, bütün bu hengâme bir hiç içindir. Hengâmenin bir nedeni de yoktur; varacağı bir hedefi de... Aklın bir hedefi var gibi görünür ama düşünür açısından akıl da istence hizmet etmektedir. Aklı (rasyo) merkeze koyan düşünürlerin aksine, onu felsefesinde akıl hükümdar değildir. “Rasyonelliği insanın özü olarak tanımlamaz. Schopenhauer’a göre, hayvanlarda olduğu gibi, bizim de özümüz istençtir. Sadece insanın akla sahip olduğu ve onun için sadece insanın ahlaki olarak dikkate değer olduğu fikrini de reddeder” (2) (Cartwright).

İsteme ve Tasarım Olarak Dünya adlı eserinde bilen, anlayan ve kavrayan bir özneden bağımsız bir varlığın var olmadığını belirterek dünyanın varlığını özneye bağlar. Şimdi burada önemli bir soru kendini gösterir. Özne ile yöneldiği nesne arasındaki ilişkiyi kuracak olan nedir? İşte tam bu noktada düşünür Platon’un idealar kuramını yardıma çağırır. Schopenhauer’in idea kavramını onun estetik anlayışına bakarak daha iyi kavrayabiliriz. Estetik anlayışını kurarken bilinen özne nesne ilişkisine başvurmaz. İsteme (istenç) ve Tasarım Olarak Dünya’da kendi cümleleriyle şunu söyler: “Nesne, nesne dışındaki bütün ilişkilerin dışına çıkma noktasına ulaşmışsa, özne de istemeyle tüm ilişkilerinin dışına çıkmışsa, bilinen artık bireysel bir şey değil bir ideadır, bengi bir kalıptır, istemenin bu basamakta doğrudan nesne olmasıdır. Bu algıda kendinden geçen kişi, bu yüzden artık birey de değildir. O, saf, isteksiz, acısız, zamansız bilgi öznesidir.” (a.g.e) Burada özellikle “bu algıda kendinden geçen kişi” tümcesi yani esrime anından bahsetmesi bana ilgi çekici gelmiştir. Tam da bizi derinden etkileyen bir sanat eseri karşısında duyumsadığımız şeydir esrime. Bu esrime halinin ortaya çıkması için ideaların nesneleşmesi gerekmektedir. Taş, toprak ve metallerle heykel sanatında, kelimelerle ve cümlelerle yazın sanatında, renkler ve tualle resim sanatında ya da notalar yoluyla müzikte idealar için nesnelleşme gerçekleşir. İdeaları nesneleştiren yetenekli kişiye de sanatçı deriz. Sanatçı bu noktada nesnenin gündelik bilgisine bağımlı bir şekilde sanat yaparsa o gerçek bir sanatçı değildir. Taklitçidir. Örneğin ilginç ve önemli bir olayı olduğu gibi aktaran bir yazar sanat yapmış sayılmaz. Onu sanatçı yapan, sezgisiyle, dolaysız bir biçimde kavradığı idealarla deneyimlediğini yeniden kurabilmesidir. Peki, sanatçı taklitten bütünüyle kurtulabilir mi? Schopenhauer’e göre bu sadece müzik sanatı için mümkündür. Şöyle söyler, “Bütün sanatlar müzik olmak ister.” Doğanın taklidinden en uzak ve hatta mimesisin olmadığı tek sanat müziktir çünkü. Müzik özgür istencin saf halidir. Hatta öyle ki nesnelleşmeye de ihtiyaç duymaz, sanatçının ruhundan dolaysızca çıkabilir. Açıkça söyleyebiliriz; müzik onun felsefesinde ayrı bir yer tutar.

Gelelim yazının başında sözünü ettiğimiz kimi düşünür ve sanatçılara. Özellikle bir sahafın raflarında İstenç ve Tasarım Olarak Dünya’ya rastlayan ve kitabı okuduktan sonra gerçek bir filozofla tanıştığını söyleyen Nietzsche’nin güç istenci kavramında Schopenhauer’in etkisini açıkça görürüz. Nietzsche, “Onu anlamadan felsefe yapılamaz,” demiştir. İtiraflarım adlı eserinde Tolstoy hayatın anlamını ararken düşünüre gönderme yapar ve şöyle söyler: “Hayatın anlamsız ve kötü olduğunu anlayacak kadar akıllı yalnızca ben ve Schopenhauer mu var?” Freud’un bilinçaltı ve insanın akıldışı davranışları hakkındaki açıklamalarının Schopenhauer ve Spinoza’nın düşüncelerinde öncelendiğini de belirtmeliyim. Kafka da Borges gibi düşünürün dili kullanma biçimine övgüler dizer. Wittgenstein, düşünürün ünlü argümanı olan “Dünya benim tasarımımdır.” düşüncesine katılır. Ez cümle, birçok sanatçıya ve filozofa ilham veren biri olarak Schopenhauer’i anabilir ve onun dehasına saygıyla selam verebiliriz.

Bu selamdan sonra onun felsefesinde katılmadığım bir noktaya değinmek isterim. Schopenhauer, intihar edimini ahmakça bulur. Elbette yaşam nehri intihar eden kişiden önce nasıl akmaya devam ettiyse kişinin intiharı da bu akışı kesmeyecektir. Canlılar birbirini kaçınılmaz bir biçimde yemeye devam edecek, her yaşam bir başka yaşamın acıyla vedası üzerinden yükselecektir. Öte tarafta acı çeken, çaresiz birinin yaşamına son vermek istemesinin anlaşılmayacak bir tarafı yoktur. Her koşulda yaşamı evetlemeli miyiz? Kaldı ki Schopenhauer şunu da söyler: “Kim ne derse desin, mutlu insanın en mutlu anı, uykuya daldığı andır ve mutsuz bir insanın en mutsuz anı, uykudan uyandığı andır. İnsan hayatı, bir tür hata olmalı.” Bu cümlelerini okuduğumda, istenç üzerine kurduğu felsefesini kurtarmak adına intihar olgusunu olumsuzladığını düşünürüm. Zira, yaşam yorgunu canlıların yaşamdan kaçmak için bir küçük bir de büyük sığınağı vardır. Küçük olan uyku ki geçici ve zayıf bir koruma sağlar. Büyük sığınak ise ebedi olan ölümdür. Kanseri düşünelim. Kanser hücreleri de istencin hizmetindedir ve bedende alabildiğine yayılmak ister. Bu yayılma kanserli bedene ister istemez büyük acılar verecektir. Çaresi olmayan bir kanser hastası neden acı çekmeye devam etsin ki? Ayağı kırılan bir atı öldürmek, onu acısından kurtarmak nasıl erdemli bir davranışsa; umudu kalmayan, acılar içindeki bir insanın yaşama vedayı seçmesi de erdemli bir tavırdır. Hayat her koşulda evetlenecek kadar değerli değildir. Mademki yaşamayı seçiyoruz o halde olabildiğince zarif yaşamalıyız. Bu zarafettir yaşamımızı bir sanat eserine dönüştürecek olan. Anlamsızca acı çekmek, acının dinişini ölümü bekleyerek geçirmek hiç de anlamlı değildir.

Kaynakça:
1) SCHOPENHAUER, A. (2009) İsteme ve Tasarım Olarak Dünya (Çev. Özyaşar, L.) İstanbul: Biblos Yayıncılık
2) CARTWRIGHT, D. E. (2014) Schopenhauer (Çev. Erduman, S.) İstanbul: İş Bankası Kültür Yayınları