Reyiz, herkes için özgürlük, herkes için barış, herkes için refah, herkes için adalet, herkes için huzurlu ve güvenli bir gelecek istedi ya, 17 senedir iktidarda değillermiş gibi, bu saydıkları kendilerinden azade gibi, sanki gökten bir anda zembille inecekmiş gibi... Sizler de kendinize soruyor musunuz bazen, biz harbiden neyin içine düştük böyle yahu?

Fos tirina nirinom da fıs tirina nirinom

Alper Turgut

Dile kolay, Büyük Marmara Depremi’nin üzerinden koskoca 20 sene geçti, ancak hepimizi cebinden onca zamandır tırtıklanan deprem vergisine, gelişen teknolojiye, dersimizi aldık söylemlerine karşın, mevcut hal besbelli; aynı tas, aynı hamam. Toplanma alanlarına, AVM, gökdelen dikilmesini mi, İstanbul’u sallayan zelzelenin ardından ta Artvin’de bile telefonların kaput olmasını mı, endişeden dışarıda sabahlayan sayın halkımızın, hala ve ısrarla, masallarla uyutulmasını mı, nesini konuşalım canım efendim, harbiden nesini?

İşte 20 yıl önce sabaha karşı, görev için evden çıktım, Sakarya, Gölcük, Değirmendere derken, bir ay sonra geri dönebildim, pederim, ölüm kokuyorsun demişti, ölüm! Gölcük’te enkazın içerisinde kaybolduğum, daha dün gibi hatırımda, en yüksek bulduğum harabelik üzerine çıkmıştım, nasıl anlatayım, gördüğüm manzarayı, gözün alabildiğince yıkıntı, asri zamanlara dair bir cehennem tasviri gibi, öyle keskin, öyle ağır, öyle işte. Her yeri betona çevirirken, hiç mi utanmadınız, hiç mi vicdanınız sızlamadı, bizlerin tatlı canını, depremin değil, uyduruk binaların alacağını herkes biliyor, lütfen kandırma çabasına girmeyin artık, kimse yutmuyor artık bu numaraları, bilesiniz. Hani en mükemmel ikililerden Ahmet Kaya ve Yusuf Hayaloğlu’nun Fosso Necdat şarkısında dediği gibi; “Fos tirina nirinom da fıs tirina nirinom”

26 Uluslararası Adana Altın Koza Film Festivali için, yine doğduğum bereketli topraklardayım, her zamanki ritüelleri yaptım, peş peşe, elbette. Sonra işte kıyma kebap, ciğer, bici bici, haşlama, şırdan, buzlu muzlu süt, kilo almadan dönmeyiz, eyvallah! Tıpkı hemşerim büyük filozof Murat Kekilli’nin dediği gibi; “Döndüm yedi kere kendi üzerime, sekizi de dön dönebilirsen” Tamam gardaş, vurmayın hemen, yediğim içtiğim bana kalsın, gördüklerimi söyleyeyim. Gördük demişken, “Görülmüştür” filmi, 2019’un en iyi yerli işi yapımlarından biri, hakkını teslim edelim. Haliyle, hemen herkesin fikri vardır, mevzuya dair, cezaevine giren ve çıkan mektupların, devlet aygıtının görevlilerince itinayla okunup, kafalarına göre karalanması ve hatta imha edilmesi üzerine. 1996 ve 2000 ölüm orucu eylemleri sırasında yüzlerce mektup aldım cezaevlerinden, bir mektup anımsarım, beş sayfa, önlü arkalı uzunca bir mektup idi. Ellerinin ayarı da yokmuş hani, karalamaya doyamamışlardı resmen, işte bir merhaba nasılsınız vardı, bir de hoşça kalın! O kadar. Görülmüştür, salt mahpushaneye özgü bir sansür meselesi de değildir ha, askeriye de hiç geri kalmaz. Ankara’da beni sen sakıncalısın diye dış posta yaptılar, sabah akıyorum başkente, akşam mesai bitiminde yine teslim oluyorum nizamiyeye, arada birkaç görev yapıyorum, sonrası bana kalıyor, gezdiğim müzeyi, onuncu kez turluyorum filan, hep can sıkıntısı, yalan yok!

Hah! Uzun dönem askerler, bıkmışlar mektuplarının karalanmasından, onların mektuplarını yolluyorum veya toplayıp onlara dağıtıyorum. Nasıl da güzel ve temiz çocuklar, akşamları rütbeliler dağılıp, sadece nöbetçi subay ve astsubaylar kalınca, harbi harbi kral gibi oluyorum, kendini riske atıyorsun abi, dile bizden ne dilersen diyorlar, yahu yapmayın, beni mahcup etmeyin diyorum, tınlamıyorlar. Gerçekten bir dediğim iki edilmiyor, etrafımda pervaneler, öyle böyle değil! Yine de mantığım almıyor, başkentin içindeki bir kışlanın mutfağında çalışan erlerin mektuplarının sakıncalı olma ihtimali, sonra aman be diyorum, unutma, askerlik, mantığın bittiği yerde başlar. Sevgili anacağım, bugün patates soydum, soğan doğradım, sonra hüngür hüngür ağladım. Harbiden çocuğun annesi dışında kim ne yapsın bu bilgiyi, askeri sır desen olmaz, her neyse.

Reyiz, herkes için özgürlük, herkes için barış, herkes için refah, herkes için adalet, herkes için huzurlu ve güvenli bir gelecek istedi ya, 17 senedir iktidarda değillermiş gibi, bu saydıkları kendilerinden azade gibi, sanki gökten bir anda zembille inecekmiş gibi. Sizler de kendinize soruyor musunuz bazen, biz harbiden neyin içine düştük böyle yahu?

Üsküdar Üniversitesi rektörü Nevzat Tarhan’ın seküler neymiş, dinler şahaneymiş çıkışı, ehhhhh yeter beeeeeeee, dedirtmediyse size, hala akıl sağlığımızı koruyabildiğimizi söyleyebiliriz, çıldırmak için daha fazla tuhaflığa ihtiyacımız var, ya çok alıştık bu tür şeylere, ya da karşı tarafın insafa gelmesini bekliyoruz hala, büyük bir saflık ve iyimserlikle. Sanırım normal değiliz biz!

Sigaradan tez vakitte kurtulmayı düşünen has bir tiryaki olarak, özel araçlarda sigara içilmesinin cezaya bağlanmasına, ne güzel demeyeceğim elbette. Mesele 153 liralık ceza da değil, tek bir insanın, bizim adımıza karar vermesi, bunu müeyyide ile dayatması, kabul buyurun, ikna olmayı zorlaştırıyor, reddetmek hali daha baskın duruyor. Tane tane anlatarak, hepimizi buna hazırlayarak, misal sigara tümden hayatımızdan çıksa, aslında pek şık olurdu. Senelerden beri uygulanan, ben yaptım oldu modeli, ziyadesiyle ters tepiyor, bir anlasanız şunu, ama nerede?

Sarayda gala yapan yegâne yönetmen Semih Kaplanoğlu’nun, yeni üçlemesinin ilk filmi olan Bağlılık Aslı da, Altın Koza’da yarıştı. Bu yapımın içeriğine asla katılmadığımı çeşitli mecralarda söyledim. Modernlik eleştirisi altında, kadınlar evde daha mutlu olur algısının, iktidarın söylemleriyle bu denli çakışması, beni rahatsız ediyor, belirteyim. Kadınların nasıl mesut olacağı, huzuru bulacağı konusu, öncelikle kadınları bağlar, tıpkı giyim kuşamları gibi. Yoksa kendine hoca diyen çeşit çeşit tipleme, kadınlar hakkında ahkam kesiyor, saçmalıkları yarıştırırcasına, bari sanat alanı, daha mantıklı ve duyarlı olsun, anlaşıldım umarım.

Son olarak Haluk Bilginer ve Ali Atay’ın karşılıklı döktürdüğü “Nuh Tepesi” filmini not etmenizi öneririm. Baba ve oğlu ilişkisini kurcaladığı, ilk uzun metraj kurmaca yapıtıyla, benim çıtam yüksekte dursun arkadaş diyen Cenk Ertürk’e de helal olsun, bu çöl ikliminde, dimağımızda güzel bir film tadı bıraktığı için.