Michael Löwy’nin yayına hazırladığı Devrimler başlıklı çalışma, Paris Komünü’nden itibaren bazı devrimleri bir kez daha hatırlatırken devrimin üçlü sac ayağını (neden-amaç-sonuç) da fotoğraflarla belgeliyor

Fotoğraflanan devrimler

Ali BULUNMAZ

Hemen her toplumsal kıpırdanmayı ‘devrim’ diye adlandırmaya teşne kalabalıkların var olduğu zamanlarda yaşıyoruz. 1990’ların başında ‘tarihin sonu’nu ilan edenler ve onların peşine takılanlar bile böylesi hızlı teşhisler konup acele yargılara varılmasına şaşırıyordur kuşkusuz. Çünkü o günlerde ‘tarihin sonu’nun geldiğini savunanlar, pek çok devrime tanık olmuştu; devrimin bir nedeninin, amacının ve tarih yazan sonuçlarının bulunduğunu biliyorlardı.

Böyle baktığımızda, dünya tarihinin akışını değiştiren her devrimin, belli bir zaman içinde geliştiğini, topluma yayıldığını ve sonunda büyük yeniliklere kapı araladığını görebiliyoruz. Bunlardan kimi hiyerarşileri yıktı, kimi tersyüz olmuş dünyanın ayakları üzerine basmasını sağladı.

Sözcükler, devrimlerin kuşaktan kuşağa aktarılmasını kolaylaştırırken muktedirleri korkuttu ve derhal karşı devrimler sahneye kondu. Bunun bir de görsel ayağı vardı kuşkusuz; fotoğraflar, devrimleri belleklere kazırken tarihi bir miras olarak zihinlerde ve arşivlerde yerini aldı: Bazen sözcüklerin tamamlayıcısı ve eşlikçisi oldu bazen de sözden daha fazla şey anlattı.

Michael Löwy’nin yayına hazırladığı Devrimler başlıklı çalışma, Paris Komünü’nden itibaren bazı devrimleri bir kez daha hatırlatırken devrimin üçlü sac ayağını (neden-amaç-sonuç) da fotoğraflarla belgeliyor.

GÖRSEL SESSİZLİK

Walter Benjamin, tarih düşüncesiyle fotografi düşüncesinin bellekte buluştuğunu, fotoğrafın maddi bir kayıt unsuru haline geldiğini ve bu anlamda başlı başına bir devrim olduğunu söylemişti. Eduardo Cadava, Işık Sözcükleri’nde (Çev. Aziz Ufuk Kılıç, Metis Yayınları, 2008), Benjamin’in kurduğu fotoğraf-tarih bağlantısını yorumlayarak “önümüzde olmayacak şeylerin görüntüye dönüşümü”ne kafa yormuş, kayboluşun kayıt altına alınışına ve deneyime tanık olmayı sağlayan fotoğraf-tarih ilintisine dair kalem oynatmıştı.

Löwy’nin derlediği Devrimler’de de Benjamin’in ve Cadava’nın izlerine rastlıyoruz. Fotoğraflanmış devrimlerin ve devrim fotoğraflarının anlattığı hikâyelere dair yorumların bulunduğu kitapta, çoğunlukla görsel bir sessizlik hâkim: Tarihi imgenin çok şey anlatan suskunluğu demek de mümkün buna.
Devrimci barikatlar ya da Paris Komünü’nün hayat bulduğu sokaklar; Cadava’nın deyişiyle “bugün karşımızda olmayan görüntüler”, fotoğraflar sayesinde tarihe kaydedilmiş. Löwy’nin öldürülmek yerine dalga geçilen düşmanın söz konusu olduğu Mayıs 68 ile Paris Komünü arasında bağlantı kurmasını sağlayan da yine bu tarihi kayıtlar.

Söz konusu karşılaştırma imkânı, Löwy’nin devrim ile fotoğraf arasında bir bağ kurmasını kolaylaştırıyor: “Olayların alışıldık dizilişinin nedenselliğinden kurtulan sihirli bir an, unutulmaz bir parıltı olarak devrim, kavramsal bir mesele haline gelmezden önce bir imge meselesidir. İmgelerle ve 19. yüzyılın sonundan itibaren fotografik imgelerle (de) ayakta kalır ve yaygınlaşır. Tabii ki fotoğraflar, tarihyazımının yerini tutamaz ancak hiçbir metnin iletemeyeceği şeyleri kavrama gücüne sahiptir: Kimi suratlar, kimi bedensel jestler, kimi durumlar, kimi hareketler... Her bir devrimin özgün ve tekil ruhunu oluşturan şeyi, somut biçimde gösterebilir fotoğraf.”

Kitapta yer alan fotoğraflar, geçmiş ile şimdiki zamanı buluşturma gibi bir işleve, daha doğrusu anlama sahip. Roland Barthes’ın bahsettiği “fotoğrafın ölümcül gücü”nü barındıran Devrimler; 1905 ve 1917 Rusyası’na, 1919 Macaristan Devrimi’ne, Meksika’da 1910’da ve 1920’de yaşananlara, Çin’e, İspanya İç Savaşı’nın hemen öncesine ve çatışma günlerine götürüyor bizi. Karelerin tamamı, Enzo Traverso’nun Geçmişi Kullanma Kılavuzu’nda (Çev. Işık Ergüden, Versus Kitap, 2009) dediği gibi “tarihyazımının asla donmadığını” gösteriyor.

SONA ERMEYECEK TARİHİN BELGELERİ

Fotoğrafı anlatmak zor iş; binlerce sözcük, bir kareyi tarif edemeyebilir. Fakat tek kare, bir devrimi özetleyebilir. Kitaptaki fotoğraflar, anları ölümsüzleştirirken imajlar, birer ‘bellek mekânı’ haline geliyor. Başka bir deyişle hem fotoğraflar hem de kadrajdakiler, tanık olunan tarihin kılavuzuna dönüşüyor.

Bernard Oudin’in Meksika devrimlerine dair kareleri yorumlarken kurduğu cümle, fotoğrafın ve tarihi fotoğraflamanın gücünü gösterir nitelikte: “Fotoğraflar siyah beyaz fakat gözümüze ilk çarpan, renkler. Meksika Devrimi, renkli bir devrim.” İspanya’da kan kırmızının hâkim olduğu kareler ise Gilbert Achcar’ın deyişiyle “hızla ezilen Cumhuriyet’i” gözler önüne seriyor.

Benjamin, “geçmişin asıl imgesi, kulağımızın yanından ıslık çalarak geçip gider” demişti Tarih Kavramı Üzerine’de (Çev, Barış Tanyeri, SUB Yayın, 2018). Devrimler’deki fotoğraflar, bu imgeyi geleceğe aktarırken sona ermeyen ve ermeyecek tarihi gösteriyor.

Dünyayı dolaşan devrim fotoğrafları, kolektif hafızanın oluşumuna katkı sağlarken dönüp bakılan bir hatıra halini de alıyor. Traverso’nun deyişiyle “tarihin ve belleğin sürekli kesişen, çarpışan, iç içe geçen ama asla çakışmayan kendi zamanını” anımsatıyor. Kısacası hâlâ yaşayan devrimler, Benjamin’in ‘aktarılan’ ve ‘yaşanmış deney’ ayrımını aşarak tarihin fotoğraflanışının bir örneği olarak karşımızda duruyor.

cukurda-defineci-avi-540867-1.