“Fransız tarihi bizim için çok önemli bir laboratuvar…”

GÜNNUR AKSAKAL

Usta tarihçi, akademisyen ve toplum bilimci Prof. Dr. Taner Timur ile Yordam Kitap tarafından yayımlanan son çalışması Mutlak Monarşi ve Fransız Devrimi üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik

»Kitabınızda Fransız Devrimi’nin 100. ve 200. yıldönümlerinde, Jakobenlere ve Devrim’e bakışın farklılaştığını gözlemlediğinizi yazıyorsunuz. Bunun nedenleri nedir?
Bu nedenlerin tarihi, kırk elli yıl öncesine kadar uzanıyor. Bence temel neden, Mayıs-68 devrim dalgasının bastırılması ile kapitalist dünyaya giderek en tutucu düşüncelerin egemen olmasıydı. Bu adeta toplumsal bir kuraldır; hedefine ulaşamamış her devrim hareketinden sonra karşı-devrimci görüşler yükselişe geçer ve hegemonya kurar. Bu dönüşümde de genellikle çıkar hesapları içindeki bazı eski “devrimciler” başı çekerler. Mayıs-68 atılımının zirve yaptığı Fransa’da burjuva medyası bu oportünistleri “Yeni Filozoflar” etiketi altında göklere çıkardı. Örneğin bunlardan Mayıs-68’i o günlerde 1848 Devrimi’ne benzeterek yücelten A. Glucksmann, sonunda Nicolas Sarkozy’nin borusunu çalmaya başladı. Tarih yazıcılığında ise, eski bir komünist olan François Furet, Fransız Devrimi ile Soljenitsin’in anlatısındaki Gulag arasında paralellikler kurdu. Böyle bir ortamda kaçınılmaz olarak “Devrim” fikri de solar. Devrim korkusu ve sermaye saldırısı, sonunda ABD’de Reagan’ı, İngiltere’de de Thatcher’i iktidara getirdi ve Sovyetler Birliği’ndeki reform çabaları sistemin çöküşüyle noktalandı.

» İçinden geçtiğimiz süreç ile Devrim öncesi Fransa halkının yaşadığı süreç arasında bir benzerlik görüyor musunuz?
Devrim öncesinde Fransa’da açlık, sefalet ve zulüm hüküm sürüyordu. Bugün kuşkusuz böyle bir durum yok. Ayrıca 18. yüzyıl sonlarında, burjuvazi, ulusal sınırlar içinde hegemonya peşindeydi ve devrimci bir sınıftı. Oysa bugün küreselleşmiş bir kapitalizm olgusuyla karşı karşıyayız ve sermaye entegrasyonu yüz yıl önce emperyalizm kuramcılarının çizdikleri tablodan çok daha ileri bir düzeyde. Ne var ki 1929 Krizi'ni anımsatan günümüz koşullarında, ortada yükselen bir emekçi organizasyonu ve direnci de görünmüyor; meydan en faşizan güçlere kalıyor. Fransa’da bu akımı Le Pen ve Ulusal Cephe partisi çekiyor ve diğer birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi göçmen işçileri hedef tahtasına oturtuyor.

» Türkiye’de Fransız Devrimi’ne ilişkin çalışmalarda bir eksiklik olduğunu düşünüyor musunuz? Bu bağlamda, Mutlak Monarşi ve Fransız Devrimi bir “ihtiyacın” ürünü mü?
Türkiye’de tarihle ilgilenmek, genellikle Osmanlı-Türk tarihiyle ilgili birtakım yalan yanlış, ya da doğru fakat anlamsız bilgiler edinmek şeklini alıyor ve bu da pratikte daha çok geçmişle övünmek, düşmanlarımızın komplolarını sergilemek şekline dönüşüyor. Oysa bazı başka ülkelerin tarihini incelemeden kendi tarihimizi de anlayamayız. Doğrudur, “biz bize benzeriz”; ama herhalde dünyaya gökten zembille de inmedik! Bilimsel tarihçilik, evrensel tarihte halkların evrimleri arasında kıyaslamalar yapmaya, nesnel planda ortak noktalar bulmaya ve bunları kavramsallaştırmaya dayanır. Bu bağlamda Fransız tarihi bizim için çok önemli bir laboratuvar oluşturuyor. Gerçekten de 14. Louis ve onun Doğu Politikası’ndan itibaren ülkemizi, ekonomisi, diplomasisi, kurumsal yapısı ve fikir hayatıyla en çok etkileyen ülke Fransa oldu. Bu yüzden -sorunuza da bu çerçevede yanıt vermek istiyorum- ilgi alanımız, bence, Fransız Devrimi ile sınırlı kalmamalı; bizdeki Padişah Divanı’na benzeyen “Kralın Konseyi”nin Fransa’da nasıl giderek “Genel Meclis” (Etats-Généraux) şekline dönüştüğünü ve 1789 Devrimi’nin dayanağı haline geldiğini anlamaya çalışmalıyız. Kitabımın bu ihtiyacı bir ölçüde karşılayabileceğini umuyorum.

» “Jakoben” kavramına yüklenen olumsuz bir anlam olduğunu düşünüyor musunuz?
“Jakoben” kavramı, özellikle de Robespierre ismi, “devrimci terör” eleştirisi perdesi arkasında bugün gizli bir devrim düşmanlığının parolası haline geldi. Oysa bu terör, devrim mahkemeleri kurulmadan başlamıştı ve öfkeli halkın gazabına gelen soylular ve din adamları, giyotine gidenlerden çok daha fazla oldu. Bu durumda asıl açıklanması gereken şey de halkta bu denli yoğun nefret duygularını yaratan uygulamalar olmalıdır. 1792’de Saint-Denis Kilisesi’ne hücum ederek Fransız krallarının mezarlarını tahrip edenler, kim ne ad koyarsa koysun, aslında Paris halkıydı. Jakobenler elbette melek değillerdi, fakat temel motivasyonları bu nefret dalgasını kontrol altına almak, düzeni sağlamaktı. Sonunda kendileri de bu dalganın kurbanı oldular. Savaşa karşı çıkan, genel oyun kabulünde öncülük yapan ve siyasal hakları sosyal haklarla tamamlamaya çalışan Robespierre, bu koşullarda “Büyük Terör”ü başlatan kanunu da (22 Prairial - 10 Haziran 1794) kaleme almaya sürüklendi. Ve bir buçuk ay kadar sonra kendisi de giyotine gitti. Bu yüzden Devrim tarihçisi ve insanlık abidesi Jean Jaurès, eserinde, tabloyu bütünlüğü içinde ele alarak Robespierre’den övgü ile söz etmiştir.

» “Burjuva devrimi” son yıllarda Türkiye’de de tartışmaya açılan bir konu. 1789 ile 1923’ü karşılaştırarak, “burjuva devrimi” ve “Cumhuriyet” üzerine ne söylemek istersiniz?
Fransız Devrimi, Fransız tarihinde nasıl bir yer teşkil ediyorsa, Türk Devrimi de bizim tarihimizde öyle bir yer teşkil ediyor. 1789, evrensel hedefliydi ve yayınladığı haklar beyannamesi ile tüm insanlığa çağrıda bulundu. 1923 ise ulusal hedefliydi ve Cumhuriyet'in ilanı ile hilafet-saltanat yapısı kırılarak, laik-ulusal bir cumhuriyet inşasına girişildi. Üstelik bu misyonu ile sınırlarımızı aşan, tüm İslam dünyasına örnek teşkil eden bir model oluşturdu. Ne var ki varılan noktada bu hedeften son yıllarda ne kadar uzaklaşmış olduğumuz da ortada. Bugün Türkiye’yi, “Gençliğe Hitabe”sinde 1923 Devrimi'ni, “işgal ordularının bile yapamadığı bir cinayetle, madde planında kurtarıldıktan sonra ruh planında ebedî helâke mahkûmiyet” olarak aşağılayan Necip Fazıl’ın manevi evlatları yönetiyor. Doğrusu bu aşağılamalarında yalnız da kalmadılar. Fransa’da nasıl bir kısım oportünist “devrimci”leri Robespierre’i devrim düşmanlığının simgesi haline getirdiyse, bizde de benzerleri Atatürk’ü hedef tahtasına oturttu ve sistemli bir şekilde karaladılar. Ne var ki bugün taşlar yerine oturmuş ve gerçek despotizmi nerede aramak gerektiği anlaşılmış bulunuyor. Günümüz koşullarında laik cumhuriyeti kurtarma ve demokratik bir devrimle tamamlama savaşı, ancak, bazı genel ilkeler etrafında bir araya gelen ve birbirini suçlamak yerine bir “geniş cephe” oluşturanlar tarafından kazanılabilecektir. Mademki konumuz Fransa, ben de sözlerimi Fransa’dan vereceğim iki örnekle bitireyim. Fransa’da 1930’ların ekonomik kriz koşullarında yükselen faşizm tehlikesini, merkez ve sol partiler 1936’da “Halk Cephesi” kurarak bertaraf etmişlerdi; 2002 yılındaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde de, ilk turda oyların % 20’sini alan Jacques Chirac, kendiliğinden oluşan anti faşist cephe sayesinde, ikinci turda Jean-Marie le Pen’e karşı oyların % 82’sini alarak seçildi.