Se

Sevgili Fuat, Birgün gazetesindeki bu köşede ölen, öldürülen arkadaşlarımızı anlatmaya çalışıyorum. Ölmeden hakkının teslim edilmesi gereken arkadaşlarımızı da ihmal etmemeye özen gösteriyorum. Bir teşekkür mü sayılmalı bu satırlar? Yoksa, yaşayanlar için bir vicdan muhasebesi mi? Sen neye yorardın acaba, onu hatırlamaya çalışıyorum. ‘Ne kadar teşekkür etsek az’ derler ya, sanırım böyle bir ruh hali içindeyim. Ne ölen arkadaşlarımızın ardından yazılanlar ne de anmalarında bir araya gelen onlarca insan, yaşananları açıklamıyor, duygularımıza tercüman olamıyor.

Bu köşe bunu açığa çıkarttı işte. ‘Kelimelerin kifayetsizliği’ bir kez daha tescil edilmiş oldu. Bir kez daha anlaşıldı, bir ömre sığmayacak hayatları, her biri bambaşka özelliklere sahip arkadaşlarımızın öyküsünü kelimelerin sıkışıklığında anlatmaya çalışmanın nafile bir iş olduğu. Yaşamak lazımdı, en kestirmeden bu söylenebilir.

Buradaki yazılara başladığımdan beri aklımdaydın. Eninde sonunda seni burada misafir edecektim; sonunda olan oldu, öteleyemedim daha fazla. Cumartesi Birgün’e Hasan için verilen ölüm ilanını görünce, kaçışın olmayacağını anladım. İki satır olsa da seni ve Hasan’ı anlatmalıydım. Sıdıka ve Mehmet vermiş ilanı, başka isimler de vardı ama onları tanıyamadım.

Ne zaman aklıma düşsen, Hasan’ı da hatırlıyorum zaten. Mehmet Yatar’ı, Ali Yıldırım’ı, Suat Çelebi’yi hatırlıyorum. 1980’lerin ikinci yarısının henüz başlarında tanışmıştık. Arkadaşlığımızın ayrı bir özelliği bulunuyordu, hepimiz bunun farkındaydık. Hangi sol gelenekten geldiğimizi, gönlümüzde yatan aslanı bile açık etmiyorduk, konusu bile edilmiyordu aramızda. Tartışılacak o kadar az şey vardı ki işin doğrusu. Hepsini toplasan herhangi birimizin diğerini kırması için küçücük bir neden bile sayılmazdı. Bizi birleştiren, bir arada tutan, birbirimize daha da sokulmamızı sağlayan yenilgimizdi. Hiçbirimiz kendimizi yenilginin dışında tutmayacak ama içimizdeki umudu da karartmayacak bir olgunluktaydık. Ama senin hepimizden daha farklı bir halin vardı. Devrim sözcüğü ne zaman geçse, gözlerin farklı bir ışıldardı. İkiniz de kendinize özgüydünüz elbet. İkiniz de hepimizden daha çocuk, daha hayat dolu…

Bu kadar saf, temiz ve içten solcu olana bir daha rast gelmedim desem, seni abartmış olmam, olsa olsa geride kalanlara bir vicdan muhasebesi yüklemiş olurum. Biraz naif, biraz kırılgan ama her zaman sevecen ve sıradan olmak için Fuat mı olmak lazım? Hasan’a mı benzemek lazım?

Şimdi anlatsam inandırıcı gelir mi acaba? 28 Eylül 1994 tarihinde Beşiktaş Arzum Kafe’de arkadaşları Elmas Yalçın ve İsmet Erdoğan ile otururken infaz edilen Fuat Erdoğan’ın ve görüp göreceğim en renkli insanlardan birisi olan ve geçtiğimiz günlerde kahpe bir kurşunla yitirdiğimiz, 12 Eylül döneminde ordudan atılan havacı teğmen Hasan Öztürmen’in en sevdiği içkinin vişne şarabı olduğunu, o bulunmadığında “derdalan” ya da “öküzgözüne” fit olduğunuzu, Ali Yıldırım’ın okuduğu aşk şiirlerini dinlerken hüzünlendiğinizi, peşi sıra Ankara misketini devrimci bir tarzda yorumladığınızı, sert el ve kol hareketleriyle misket oynayarak bizleri gülmekten kırıp geçirdiğinizi anlatsam, şaşıran, inanmayan çıkar mı? Kim inanır şimdi, o bıçkın teğmenin köy kahvesinde bir komşusu tarafından öldürüldüğüne! Sen o kadar badire atlat, sonra gel hiç yoktan, pisi pisine öl. Lenin’in fedaisi Kamo da böyle ölmemiş miydi? Hangi ölüm Hasan’ın değerini azaltabilir?

Hele olur olmaz yerde güldüğümüz için azar işitmediğimizi söylesem, yakıştırırlar mı hiç, kocaman adamlara? Hatırlarsın; bir kez belediye otobüsünün en arka sırasında oturuyorduk. Neye gülüyorduk o kadar, hatırlamıyorum ama ön sıradan bir polis bize bağırmıştı, utançtan yanaklarımız al al olmuştu ve mecburen susmuştuk. Bir keresinde de iki arkadaşımızın nikâhında ikimiz şahit olacaktık. Oda nikâhı kıyılacaktı. O kadar kaynatmıştık ki küçücük odada, nikâh memuru bizi uyarmak zorunda kalmıştı ve susmazsak nikâhı kıymayacağı tehdidini savurmaktan da geri durmamıştı.

Hatırlıyor musun? Nasıl hatırlamazsın, benim bile içimi acıttı yıllarca. Hele öldürüldüğünü duyunca, ‘haksızlıktı bu’ diye geçirdim içimden. Çok sevmiştin ama açılmamıştın bile. Eksik olan neydi, neden seni kabul etmeyeceğine kanaat getirmiştik acemi halimizle. Güzel kızdı, doğru; bize pek benzemiyordu, o da doğru. Şimdi ne yapıyor, mutlu mudur, nasıl bir hayat sürüyor? Ona bakarken gözlerindeki parıltının anlamını çözebilseydi, asıl kaybedenin kendisi olduğunu anlar mıydı?

Sırılsıklam âşık olduğun günlerden biriydi. Suat’la Rasim Yağlı’nın Göltepe'deki evlerinde birkaç kadeh içmiştik. Hafif çakırkeyf haldeydik. Gece yarısından sonra sokaklara çıkıp deli divane âşıklar gibi gezecek, taşralı delikanlı edasıyla kızın evinin önünde turlayacaktık. Hayalimiz buydu ama beceremedik. Sokaklarda karşılaştığımız köpek sürüleri gözümüzü korkutmuştu. “Delikanlılık bize göre değil abi” deyip eve dönmüştük.

Neden ölen arkadaşlarımızın ardından, onların ne kadar kararlı devrimciler olduğunu kanıtlamaya çalışırız, yalnızca? Seni tanımanın sırrı, bu sorunun yanıtında saklı değil mi?

Sevgili Fuat, senin bende kalan hatırların daha çok insani yönünle ilgili. Seninle en son İnsan Hakları Derneği Ankara Şubesi’nde karşılaşmıştık. Sen, tutuklu yakınlarıyla gelmiştin oraya. Adalet Bakanlığı’yla bir görüşme talebiniz vardı, sonucunu bekliyordunuz. İki arada bir derede derin bir sohbete dalmış, Hasan’ın sevdiği kızı kaçırarak evlendiğini söylediğimde “ona da bu yakışırdı” demiştin. Son konuşmamız bu olmuştu.

Son yıllarını tutuklu yakınlarının sorunlarının çözümüne, cezaevlerinde yaşanan insanlık dışı uygulamalara karşı hukuki mücadeleye adadın. Bunun bir karşılığı olacaktı elbet. Seni katlederek verdiler bunun karşılığını. Hem de İstanbul’un orta yerinde bir kafede arkadaşlarınla otururken öldürdüler seni. Polis her zamanki açıklamasını yaptı olaydan sonra. “Teslim olun” demişler, siz karşılık vermişsiniz, ateş açmışsınız polisin üstüne. Siz onların üstüne, onlar havaya ateş açmış! Nasıl olmuşsa yalnızca üçünüz ölmüşsünüz! Çocuklar bile güler bu açıklamaya. Seninle birlikte Elmas Yalçın ve İsmet Erdoğan da öldürüldü. Yalçın, Bem Sen Genel Başkanı’ydı, Erdoğan bir mühendis. Hani, farklı derdi olan üç insan Beşiktaş’ta bir kafede buluşur mu? Akıl var, izan var.

Polisin bütün bu açıklamalarına karşın, yaşananın düpedüz yargısız infaz olduğu kanısı uyandı kamuoyunda. Zaten seninle ilgili otopsi raporunda, yere yatırılıp ensene sıkılan tek kurşunla öldürüldüğün yazılıydı. Seni katledenler yargılandıkları davadan beraat ettiler. Bunu neye yormak lazım? Sen olsan neye yorardın? Bir muziplik yapayım mı senin gibi? Demek seni öldürmeyi başaramadılar, bu yüzden beraat etmiş olmalılar. Fuat Erdoğan’ı öldürmek ne mümkün!