Marx’ı bilmiyor ama kendince iade-i itibar yapıyor. Sosyalizmi bilmiyor ama gelmesi gerektiğine inanıyor. Yüzüne limon suyu sürünce görünmez olduğuna inanıyor

Fukuyama'nın hüznü, tarihin yönü: Üfürükbilimin sonu

Serdal Bahçe - Akademisyen

Justin Kruger ve David Dunning daha sonra Dunning-Kruger sendromu diye adlandırılacak kişilik sapmasını tespit ettikleri için 2000 yılında psikolojinin Nobel’i sayılan ödülü alan iki psikologdur. Daha önce ülkemizde de pek çok yazar tarafından (örneğin Emre Kongar, Cumhuriyet, 27 Eylül, 2015) dikkat çekilen bu sendrom kendisini kısaca cehalet ve bilgisizliğin çekingenlik yerine abartılı bir özgüven yaratması olarak dışa vurmaktadır. Onları ünlü yapan makale prestijli Journal of Personality and Social Psychology (Kişilik ve Sosyal Psikoloji Dergisi) dergisinin 1999 yılına ait 77.

Cildi içindeki 6. Sayıda yayınlanmıştır. Yazının başında bir soygun olayı üzerinden insanların başarı ve stratejileri konusunda üç belirlemede bulunurlar. Olay ise şudur; soyguncu güpegündüz kentin en işlek bankalarından birine girerek, hem de yüzünde maske yok iken soygun yapar. Pek tabi ki polis çok gecikmeden soyguncuyu yakalar. Sonra bankanın kamera görüntülerini suçluya izlettiklerinde suçlu şaşkınlık içinde bunun olamayacağını çünkü yüzüne limon suyu sürdüğünü ve limon suyunun onu görünmez kıldığını belirtir. Bunun üzerinden üç belirleme gelir. Birincisi, hayatın pek çok alanında başarı ve doyum bilgiye, akla ve hangi kurala uyulup hangi yoldan gidilmesi gerektiğinin bilinmesine bağlıdır. İkincisi, hayatın bu alanlarında kullanılan bilgi düzeyi ve stratejiler konusunda insanlar ciddi farklılıklar gösterirler. Kruger ve Dunning bu ilk iki noktanın zaten bilinen gerçekler olduklarını ve bunlara itiraz gelmeyeceğini belirterek asıl araştırma konusu olan üçüncü belirlemeye geçerler. Buna göre başarıya ulaşma konusunda yanlış strateji seçen, ya da yeterince bilgili olmayan insanlar iki maliyetle karşılaşmaya mahkûmdur; sadece yanlış ve bahtsız tercihler ya da öngörüler yapmakla kalmazlar, aynı zamanda yanlış bir öngörüde bulunduklarının da bilincinde olmazlar. Kruger ve Dunning denekler üzerinde araştırmalar yaparlar ve şu sonuca ulaşırlar: ne kadar az bilgi ve derinlik, o kadar boş ve sahte bir özgüven. Ya da halkımızın deyimiyle “cahil cesareti”…

Artık sıradan burjuva entelektüeli cahildir, cehaletin cesarete dönüşümünün cezalandırılmadığı bu dünyada atmakta, tutmakta ve fakat hiçbir zaman tutturamamaktadır: “Eğer Donald Trump 2016 Kasım’ında başkan seçilmemiş olsaydı, bu kitap yazılmayacaktı. Pek çok Amerikalı gibi ben de sonuç karşısında şaşkınlığa uğradım ve Birleşik Devletler ve tüm dünya için bunun yaratacağı etkiler konusunda kaygılandım…Trump uluslararası politikada popülist milliyetçilik olarak adlandırılan yönelimi temsi etmektedir.” Bu satırlar Fukuyama’nın 2018 tarihli “Identity: The Demand for Dignity and the Politics of Resentment” [Kimlik: Saygınlık Talebi ve Dargınlık Siyaseti] başlıklı kitabının önsözündendir. Bizde solcu web sitelerinde çevirisi yayınlanan ve tartışma yaratan söyleşi de bu kitap üzerindedir. Oysa aynı Fukuyama 26 yıl önce fırtınalar yaratan kitabı “The End of History and the Last Man”nın önsözünde şunları vaaz etmişti: “Bu kitap yakın dönem dünya olaylarından haberdar olmasına rağmen, konusu itibarıyla kadim bir soruya dönmektedir: Yirminci yüzyılın sonunda insanlığın büyük bir bölümünü liberal demokrasiye götürecek tutarlı ve yönünü bilen bir insanlık tarihinden söz etmek mümkün müdür? Ulaştığım cevap, iki birbirinden bağımsız nedenden dolayı “evet”dir”. Şimdi 26 yıl sonra yanıldığını anlamış, en azından röportajda öyle demektedir. 26 yıl önce tarihin sonundan kast ettiği şeyin aslında Hegel ve Marx’ın bekledikleri gibi tarihsel gelişimin bitmesiydi, ancak ne Hegel’in ne de Marx’ın öngördüğü tarzda bir bitiş değildi. Terminal nokta yüksek özgürlük vaat eden, liberal değerleri küresel ülküler haline getiren liberal demokrasiydi. Böylece Fukuyama 26 yıl önce hem Hegel’i hem de Marx’ı tarihin çöplüğüne attığını ilan etmişti. Bugün ise Marx’ın bazı konularda haklı olabileceğini belitmiş. Bu konuya sonra geleceğiz. Fukuyama’ya ve kendinde güvenine ne oldu acaba?

26 yıl önce liberal demokrasilerin Trump’ı ve diğer otoriteryen popülist liderlere izin vermeyecek kadar olgun ve sağlam olduğunu belirtti, şimdi ise liberal demokrasinin ne Trump’ı ne de Putin’i engellemeye gücünün yetmediğini belirtmektedir. Ne zaman doğruyu söyledi? Şimdi mi? 26 yıl önce mi? Bir kere daha vurgulayalım artık sıradan burjuva liberali ya da düşünürü cehaletin cesaretiyle konuşmakta ve yazmaktadır. Gerçek hayat onu yalanladıkça ve öngörüleri boşa çıktıkça suçu başka yerde aramaktadır, ve minareye kılıf bulayım derken daha da saçmalamaktadır.

Uzunca bir süredir, özellikle de Sovyet Sosyalizminin çözülüşünden beri çeşitli disiplinlerden burjuva sosyal bilimciler küresel trendler konusunda iyimser ya da kötümser öngörüler içeren mega anlatılar içeren kitaplar yazmaktalar.

Fukuyama bu akımın öncülerinden birisi; bir tür üfürük astrolojiye dönüşen bu akıma “Tarihin Sonu” metaforu ile oldukça büyük katkıda bulunmuştu. Ancak yalnız değildir. Bir zamanlar Özallı yıllarda, Özal’ın okuduğu ender eserlerden biri olan Megatrends 2000 diye bir kitap vardı, Özal okudu diye meşhur olmuştu. Kitabın yazarı 10 yılda bir Megatrends 2000 diye bir kitap yazıp takip eden 10 yıl içinde dünya nereye gidecek sorusunun cevabını arıyordu. İddiasına göre de bayağı iyi tutturuyordu. Sonra Alvin Toeffler diye biri çıktı, küresel astrolog idi. Ülkemizin derinliksizliğinin ve kültürsüzlüğünün ortasına bir bomba gibi düştü, sadece bizde değil dünyanın her tarafında aklı fukaralaştırılan toplumlara “gelecek bilimci” diye yutturuldu. Türkçeye çevrilmedik kitabı kalmadı. Şimdi birileri “Ama Fukuyama gibi ciddi bir siyaset bilimciyi üfürük bilimcilerle bir mi tutuyorsun?” diyecektir. Haşaa! Fukyama’nın özgeçmişi onun çok farklı bir kökenden, daha ciddi bir eğitimden ve daha önemli pozisyonlardan geldiğini misliyle kanıtlamaktadır. Doktorası Harvard’dan Siyaset Bilimi üstünedir. RAND Şirketi’nde yıllardır danışmanlık yapmaktadır. Gerçi RAND CİA’nın yan kuruluşudur, ancak bunun konumuzla zerre kadar bile ilgisi yoktur. ABD Dışişleri Bakanlığı’nda meşhur Paul Wolfowitz’in emri altında çalışmıştır, o sıralar şahin neoconlara yakındır. Bu şanlı geçmiş pek tabi ki Fukuyama’yı daha farklı değerlendirmemiz için yeterli olacak gibi görünmektedir. Ancak…Ancak “Tarihin Sonu ve Son İnsan” kitabında apaçık üfürükbilim yapmaktadır. Hegel’i ve Marx’ı tarihin çöplüğüne atacağını düşündüğü tarihin sonu bir türlü gelmemiştir; o gelmemiştir ama Trump gelmiştir. Şimdi Fukuyama son kitabında “tarihin sonu”nda beni yanlış anladılar demektedir.

Güya oradaki son bölümde liberal demokrasinin yoluna döşenmiş mayınlardan da bahsetmiş, ve hatta bu konuda insanlığı uyarmış, ancak mayınlar birden patlayıvermiş. Demesi şudur; ben doğruyu gördüm ancak insanlık yanlış tercih yaptı.

fukuyama-nin-huznu-tarihin-yonu-ufurukbilimin-sonu-525203-1.


Şimdi Fukuyama’nın 1992’deki kitapta o kadim soruya neden “evet” cevabını verdiğine gelelim, alıntı yapılan önsöz bölümünde iki nedenle evet dediğini belirtmiştir. İki nedenden ilki ekonomidir, ikincisi ise temsil kavgası diyerek kavramsallaştırdığı süreçtir. İkinciyi boş verelim, konumuzla asıl ilgisi olan birinciye dönelim. Ona göre liberal demokrasi ekonomik gelişmelerden dolayı küresel bir ortak değere dönüşecekti. Ekonomi özellikle sosyalizm lanetinden kurtulduktan sonra refah ve ödül dağıtarak ilerledikçe bu ödüllere ulaşmanın en kestirme yolunun liberal demokrasi olduğunu birden fark eden insan toplumları barışçıl bir şekilde liberal demokrasiyi özümseyeceklerdi. Bu tespit, ki aslında tespitten öte bir temenniydi, Fukuyama kendisini meşhur eden kitabını yazdığında pek çokları tarafından yapılmaktaydı. Kapitalizm bu temenniler yapılırken özüne dönmekteydi, özü ise insan nüfusunun küçük bir kısmını kayırıp kollarken, geride kalan koca bir kitleyi sefilleştiren dinamiklerin kontrolsüz bir şekilde işlemesine izin vermekteydi. Ancak Fukuyama özünü bilmiyordu, bu konuda cahildi. Bir zamanlar ciddi siyaset bilimciler boş konuşmasınlar diye biraz iktisat öğrenseler iyi olacak diye düşünürdüm. Tam böyle düşünürken iktisatçılar Stiglitz’in, Piketty’nin ve Daron Acemoğlu’nun çok satar mega anlatıları ortalara döküldü. Şimdi artık siyaset bilimcilere “aman kesinlikle iktisat öğrenmeyin” diyorum. Ortaya çıkan mega anlatılar ve öngörüler konusunda siyaset bilimci az bilirlerin iktisatçı az bilirlerden daha başarılı olduğunu kabul etmek gerekiyor. Ancak eninde sonunda hepsi üfürükbilim yapmaktadırlar. Daha da önemlisi Fukuyama da dahil, hepsi birden Dunning-Kruger sendromu sergilemekteler. Bilmiyorlar, dahası bilmediklerini de bilmiyorlar. Böylece muazzam bir özgüvenle yazıyorlar, atıyorlar, tutuyorlar; üfürüyorlar.

Bilmediğini; ekonomik gelişmeyi algılayamamasından, yargılayamamasından anlıyoruz. Kapitalizmin üstündeki kısıtlardan, ayağındaki zincirlerden kurtularak ilerlemesinin liberal demokrasinin küresel ve toplumsal tabanının güçlendireceği yönündeki boş inancını ve kör imanını tevdi etmesinden 26 yıl sonra bugün Trump’ı ve diğer otokratları yaratan dinamiklerin en önemlisi olarak ekonomik bozulmayı gördüğünü beyan etmiş. Tartışmayı açan mülakatında işçi sınıfının pazarlık gücünün, sendikal örgütlerin zayıflamasının ve zengin oligarşik sınıfın yükselişinin her yerde orantısız bir siyasal güç kullanımına yol açtığını belirtmiş. Finansal sektörün düzenlemeye tabi kılınması gerektiğini çünkü bir finansal çöküntünün maliyetinin herkes tarafından ödendiğini de eklemiş. 26 yıllık arada bir yerde sosyo ekonomik sistem radikal bir şekilde dönüştü de biz mi farkında değiliz? Fukuyama insanlığı bekleyen kapitalist liberal cennet lehine tarihi sahnenin dışına iterken bu sonuçları yaratacak dinamikler zaten işlemiyor muydu? İşliyordu ancak Fukuyma bilmiyordu. Fukuyama kapitalizmi ve dinamiklerini bilmiyordu ancak yazıyordu, hem de yersiz bir özgüvenle. Dunning-Kruger sendromu işliyordu.

Fukuyama Marx’a kısmi bir iade-i itibarda bulunmuş. Hazretleri Marx’ın bazı belirlemelerinin gerçekten ortaya çıktığını belirtmiş. Örneğin aşırı üretim krizi diye de vurgulamış. Sonra da işçiler aşırı yoksullaştırıldıkları için yetersiz talebin varlığını da teşhis etmiş. Ortaya çıkmaktadır ki Marx’ı da bilmiyor. Şimdi bilmiyor, 26 yıl önce de bilmiyordu. Bilmiyor ama özgüvenle yazıyor. Bir defa aşırı üretim krizi eksik tüketim anlamına gelmez. Tersine işçiler zenginleşse bile aşırı üretim krizi patlayabilir. Dunning-Kruger sendromu depreşiyor, bilmiyor ama söylüyor.

Mülakatın en vurucu yeri ise sosyalizm ile ilgili yorumlarıdır. Mülakatı yapan Birleşik Krallık ve Birleşik Devletler’de sosyalist solun yeniden yükselişi hakkında ne düşündüğünü sormuş. Yazık, röportajı yapan da pek bilmiyor. Fukuyama bu sorunun cevabının sosyalizmden ne anlaşıldığına bağlı olduğunu belirtmiş. Fukuyma’ya göre, eğer sosyalizm üretim araçlarının kolektif mülkiyeti anlamına geliyorsa, bu türden bir sosyalizm işlemeyecektir. Ancak eğer sosyalizm gelir ve servet eşitsizliklerini bir nebze giderecek yeniden dağıtım programları anlamına geliyor ise gelebilir, hatta gelmelidir diye ekliyor. Fukuyma farkında değil, işlemez dediği gerçek sosyalizmdir, diğerine ise sadece Obama’nın güdük sağlık reformlarına bile karşı çıkan Oklahomalı veya Wyomingli Cumhuriyetçiler sosyalizm diyorlar. Fukuyama’nın zihin düzeyi oradadır. Fukuyama vicdan rahatlatıcı bir reformizm ile sosyalizm arasındaki farkı bile bilmiyor; bilmiyor ama insanlığın geleceği hakkında koca koca laflar ediyor. Kapitalizmi bilmiyor, yaratacağı güzel geleceğe inanıyor. Marx’ı bilmiyor ama kendince iade-i itibar yapıyor. Sosyalizmi bilmiyor ama gelmesi gerektiğine inanıyor. Yüzüne limon suyu sürünce görünmez olduğuna inanıyor. Dunning-Kruger sendromunun bedenleşmiş hali olarak konuşuyor; üfürüyor.