Pazar günü şampiyonluk yarışı veren iki futbol kulübünün, Galatasaray ve Başakşehir’in maçı vardı. Maçı önemli kılan sadece bu olabilirdi ama olmadı; çünkü her şeyi politikleştirmeyi ve politikayı dost-düşman ikiliği üzerine oturtmayı bir yönetim teknolojisi olarak gören malum kişi, bir gün önce partisinin gençlik kollarını artık herkesin “rejimin takımı” olarak adlandırdığı Başakşehir’i desteklemeleri için tribünleri doldurmaya çağırmış, “Bakarsınız ben de bir gün sürpriz yapar gelirim” demişti.

Durum böyle olunca futbolun sadece futbol olmadığı bir kez daha görüldü. Farklı siyasi görüşlerden olmakla birlikte “muhaliflik” ortak paydasında buluşan milyonlarca insan, Galatasaraylı olmadıkları halde, 90 dakikalığına Galatasaraylı oldular, Galatasaray’ı desteklediler. Maç Başakşehir’in yenilgisiyle bittiğinde yenilen sadece Başakşehir değil, Başakşehir’in temsil ettiği, çağrıştırdığı her şeydi adeta. Maçın bitimine yakın tribünlerden yükselen “Mustafa Kemal’in askerleriyiz” sloganı da, sosyal medyaya hakim olan ikinci 7 Haziran havası da, toplumun kendisine dikilen “çuval”a girmemekte her şeye rağmen ısrar ettiğini, fırsatını bulduğunda ise bir şekilde tepkisini ortaya koyduğunu gösteriyordu.

O “çuval”ın üzerinde ne yazdığını iki örnekle anlatmaya çalışacağım. İlk örnek yine futboldan olacak: Maçtan sonra kendisiyle yapılan röportajda eski Galatasaraylı yeni Başakşehirli Arda Turan Galatasaray taraftarlarının kendisini alkışlamasıyla ilgili olarak şu açıklamayı yapıyordu: “Canları sağolsun, sonuçta Allah biliyor. İnsanlar için değil Allah için yaşıyorum. Bir gün gerçekler ortaya çıkar. Ülkenin her yerinde bu ıslıklara, sıkıntılara alışığız. Canları sağolsun.”

İkinci örneğimizi ise “sanat” dünyasından vereceğiz. Geçen haftalarda müptezeller bandosunun bir elemanı olarak Hatay sınırına giden Seda Sayan, Kemal Kılıçdaroğlu’nun eleştirilerine kendi meşrebince yanıt verdikten sonra şöyle diyordu: “Allah tarafından bazı insanlar bu dünyaya görevli olarak gelmiş, ben de bunlardan biriyim. İnsanlara yardım ediyorum, veren el oluyorum. Yardım deyince Türkiye’de ilk akla gelen isimlerden biriyim. Bu yüzden de şimdi geldiğim noktaya beni Yaradan’ın getirdiğine inanıyorum.”

Buradaki ortak sözcüğün ne olduğunu görüyor olmalıyız: “Allah.” Bu ise elbette ki bir tesadüf değil. Nasıl hayatlar yaşadıklarını hepimizin yakinen bildiği bu ve benzeri isimler için “Allah” demek, güce, paraya, statüye ulaşmanın, iktidarla bağ kurabilmenin, iktidar nezdinde muteber olabilmenin, dolayısıyla transfer yapabilmenin, konser kapabilmenin, ihale alabilmenin şifresi adeta. Çok satan zırvalardan birinin, “Allah De Ötesini Bırak” adlı kitabın adını hatırlayarak söyleyecek olursak, “Allah” demek, yani dindarmış, muhafazakârmış gibi görünmek ve bunu iktidar propagandası yapmak için kullanmak bunlar için bütün kapıları açan bir anahtar, bir parola yani.

Bunun gerisinde ne olduğunu ise biliyoruz elbette. Bu sefer başka bir kitabın, “zırva” olarak nitelendirilemeyecek bir kitabın adını, Yaşar Nuri Öztürk’ün “Allah ile Aldatmak”ını hatırlayarak söyleyecek olursak, Allah ile aldatmanın, yani dini siyasete alet etmenin, iktidar olmak ve orada kalmak için temel araç olduğu bir ülkede şöhretin de, rantın da, ihalenin de, paranın da yolu buradan, aynı yöntemleri kullanmaktan geçiyor. Bu yola giren şöhrete ise bunun bedelini iktidar propagandası yaparak ödemek düşüyor. Tıpkı haftada bir, içlerinden birinin çıkıp “Yemin ederim ki bu ülkede baskı yok, vallahi de yok, billahi de yok” demeye kendini mecbur hissetmesi, bunu bir görev olarak görmesi gibi.

Buradan, şu son günlerdeki “deizm” tartışmasına gelelim, yani özellikle gençlerin bir tanrının, bir yaratıcının varlığını kabul etmekle birlikte dinden, İslam’dan uzaklaşıyor olduklarına dair tartışmaya.

Elimizde buna dair raporlar, istatistiki veriler, bilimsel çalışmalar, sosyolojik değerlendirmeler yok; ancak bir gözlem olarak, adı “deizm” diye konulmadan, üzerine felsefi tartışmalar yapılmadan, bir tür “dinden kaçış” olgusunun mevcudiyetinden bahsetmemiz mümkün görünüyor. Dinin siyasete böylesine alet edildiği, toplumun kutuplaştırılmasının temel aracı haline getirildiği, dinle iktidarın, dinle paranın, dinle rantın böylesine iç içe geçtiği bir zaman diliminde ve genç işsizliğinin yüzde yirmilere vardığı, gelecekten umudunu kesmenin dalga dalga yayıldığı bir ülkede buna karşı kendiliğinden bir tepkinin, bir refleksin oluşmaması mümkün mü?

Bakın sadece tek bir örnek vereyim: Her yıl 20’li yaşlarının başındaki yüz binlerce insan kamu kurumlarının sınavlarına giriyor. O sınavlarda ne tür soruların sorulduğunu, nasıl bir torpil mekanizmasının işlediğini, liyakatin nasıl göz ardı edildiğini, kimlerin sınavları kazandığını ve bunun gençlerde yarattığı hayal kırıklığını, umut yitimini, depresif ruh halini aklınıza getirin. Bunun bir karşılığının olmaması, bir etki yaratmaması, bir tutumu ve duruşu biçimlendirmemesi söz konusu olabilir mi?

Bugün Türkiye toplumu hızla çürüyor ve bu çürümenin kaynağının ne olduğu da biliniyor; toplumun önemlice bir kısmının ise bu çürümeye her şeye rağmen bir itirazı var, o çuvalı, o deli gömleğini giymemekte inat ediyor. Yüzümüzü dönmemiz, bakmamız, temas etmemiz gereken şey o itirazın, o inadın ta kendisi.