Bir şeyi ilk kez tecrübe ettiğinizde aklınız gidiyor, kalbiniz yerinden çıkıyorsa geçmiş olsun. O bir ömür boyu peşinizi bırakmayacak demektir. Sinemada izlediğiniz ilk film, canlı dinlediğiniz ilk enstrüman ya da gittiğiniz ilk maç. Herkesin bir ilk maç hikâyesi vardır ve belki de o maçtır kırılma noktası. Gittiğiniz o ilk maçta hissettikleriniz ya ömür boyu sizle gelir ya da olduğu yerde kalır. Ya âşık olursunuz ya da gönlünüz geçiverir hemen.

İlk maçıma kaç yaşında gittiğimi hatırlamıyorum. Babam, abim ve ben çıktık yola. Futbol konusunda pek de tutkulu olmayan babam bize nasıl davranacağımızdan bahsediyordu. Maç yolunda yoğun dumanlı köfte kokusu arasında gözüme çok büyük gelen bir bayrak alıp bana vermişti, “Polis sana bir şey demez” diyerek. Bayrak sopasını stada sokmak yasak olsa da kadınlara hoşgörülü yaklaşırdı polisler. Sıkışıklıklarda da çokça kullanılırdı “beyler çocuk var” mazereti. Üzerimizde formamız yoktu. Zaten o dönemde herkes istediği gibi gelirdi maça. Takım elbiseli de olurdu işçi tulumlu da. Bizi de annem sarıp sarmalamış göndermişti. Elimde bayrağım -hem de sapıyla birlikte- bir de evde yaptığım saç örgüsü bant vardı.

Merdivenlerden çıkarken olan oldu. Bence hayatımda gördüğüm en parlak çimen karşımdaydı. Merdiveni çıktıkça gözümün önünde büyüyordu görüntü. Tribünler henüz dolmamış olsa da babam bizi tenha ve güvenli olacağını düşündüğü bir yere götürdü. Yerimizden kalkmak yoktu çünkü kapılabilirdi. Tuvalete bile gitsek geldiğimizde yerimize başkası oturmuş olurdu ve zaten bir kız çocuğunu tuvalete götürmek sıkıntıydı. Saatlerce bekledik. Havada uçuşan sular, elden ele verilen paralar, çekirdekler... “14 senelik çile” yılları olmasına rağmen herkes o kadar neşeliydi ki. Maça saatler olmasına rağmen birdenbire bir tezahürat başlıyordu ve herkes boğazı patlarcasına bağırıyordu. Ekrandan duyamadığım detaylar duyuyordum ve babam ara ara kulaklarımı kapamamı istiyordu.



Maç başladığında hareketten uzak bir yerde oturup babamın verdiği teknik detayları dinliyorduk. Oysa asıl eğlence aşağıdaydı.

Maceramız maçın ortasında babamın benim kayıp olduğumu anlaması, telaşı ve sonunda beni bir amcanın omzunda tezahürat ederken bulmasıyla son buldu. Evde anneme bir daha beni maça götürmeyeceğini söyledi. Götürmedi de.

Sonraları kaçarak gittiğim, saatlerce kuyruk bekleyip zar zor kendimi içeri attığım, tırmanarak ya da polise yalvararak girdiğim her maçta o çimenleri gördüğümde aynı şeyi hissettim. Maç öncesinde abilerle edilen sohbetler, efsaneleri canlı izlemiş amcaların anlattıklarını dinledik. Belki de maçı beklemek bu yüzden sıkıcı değildi. Eğer varsa tribün adabı diye bir şey, onu görerek büyüdük. Büyüyüp palazlandıkça da aklımızca daha güzel yerlerden bilet almaya başladık ama hep aynı hevesle.

Şimdi ise asrın nimeti internet var. Tribüne gitmeden her şey ayağına geliyor. Maçı bile izlemeden istediğiniz yorumu yazabilirsiniz, adınızı bile yazmadan istediğiniz futbolcuya küfürlerden mektup döşeyebilirsiniz. Çok sinirlenirseniz açarsınız sosyal medyayı #gönderilsin dersiniz binlerce kişi arkanızdan gelir. Türkiye’nin öteki ucundan ‘tribünde iş yok’ diye tweet atarsınız. Oldu da maça geldiniz babanız yaşındaki adama ‘çöksene birader’ dersiniz. Kendi futbolcuna küfür eder, kendi taraftarınla kavga çıkarırsınız.

Şimdi kime sorsam maç günü ‘hiç canım istemiyor’ diyor. Tribünler boş, tatsız. Yıllarca tribünde takım aşkıyla yatıp kalkanlar gelmek istemiyor. Futbolu güzelleştiren sadece futbolcular değil, taraftar da. O güzel insanlar da gelmezse tribüne, o insanlar da bırakırsa futbolun peşini ne olur halimiz? Futbol bitse de, kalbimiz kırılsa da boş bırakmayalım tribünleri. Futbol bitse de biz bitmeyelim.