Toplumsal normlarca belirlenen “anlamsız” düşünce ve davranış kalıplarına boyun eğildiği andan itibaren, “ilericilikten” bahsedilemez.

Futbol kültürü ve Tuba Torun örneği

Serhat Halis

Meiji dönemi Japonya’sında terziler; iğneye ipliği yaklaştırarak değil, sabit tuttuklarıipliğe iğneyi yaklaştırarak ipin iğne deliğinden geçmesini sağlarmış.Haliyle bu, bizim anladığımız biçimde “ipliği takmak” değil, “iğneyi takmak” eylemi.Tuhaf, ama insanlar belirli dönemlerde, alışılmışın dışında, tersinden davranışlar sergiliyor. Coğrafi ve zamansal sınırlarla çevresi çizilmiş kültürel havzalar, toplumların tuhaf ya da tuhaf olmayan davranışlarını ve eğilimlerini belirliyor ve yansıtıyor.

Bu eylem de, o dönem “Japon terzi kültürü”nde genel bir eğilimi vedavranışı ifade ediyor. Belirli bir çeper içinde kalan bir kesimin; ortak davranış kalıpları, ortak toplumsal ilişkileri ve normları oluşuyor. Marks & Engels, Alman İdeolojisi’nde; belirli bir tarza göre üretici faaliyette bulunan belirli bireylerin, belirli toplumsal ilişkiler içine girdiklerini belirtir.[1] Bu ise çağın egemen üretim, mülkiyet ve paylaşım ilişkileri olarak belirir.

Toplum ya da toplumun içindeki herhangi daha küçük bir birim, çağın egemen ilişkilerince yönlendiriliyor ve bu yönlendirmeye göre çeşitli davranış kalıplarına sahip oluyor. Bu bağlamda, çağın yarattığı doğrular ve davranış örüntüleri, hem o çağın egemen düşünce sistemini doğuruyor ve hem de kendisini o düşünce sisteminden yeniden üretiyor.

Sistem Toplumun Davranış KalıplarınıBelirliyor

“Merkez çevre ilişkisi” kuramının sahibi Edward Shills; azınlıkta olan merkezin, çoğunlukta olan çevreye müdahalesiyle; çevrenin merkezin ihtiyaçlarına ve çıkarlarına göre şekillendiğini ileri sürer.[2]Burada birinci derecede belirleyici “merkez” elbette sistemin kendisi iken, belirlenen “çevre” ise toplum olarak karşımıza çıkıyor.

Evet,toplulukların doğruları ve buna bağlı olarak biçimlenen davranış örüntüleri, merkezdekiegemen düşünce sistemince yeniden üretiliyor. Bu sistem içinde, öznel bir çaba ile bunun dışına çıkma cüreti gösterememiş sıradan her özne; oyun hamuru gibi, şekil verilir bir insana dönüşüyor.

Gramsci’den aldığı teoriyi geliştirerek açımlayanAlthusser, hatırlanacağı üzere şekillendirme kudretine sahip mekanizmaları, “devletin ideolojik aygıtları” olarak ifade eder.[3] Kuşkusuz burada ise artık bireyin bir özne olmadığından ve bir nesneye dönüştüğünden bahsedilebilir. Bu dönüşüm içerisinde “kültür endüstrisi” başat bir rol oynar.Adorno’nun kavramsallaştırmasıyla, bireyin “toplumsal nesne” haline gelişinin önemli bir dinamosu olarak beliren şey “kültür endüstrisi” olarak karşımıza çıkıyor.[4]

Kültür endüstrisi gündelik hayattaki sıradan bir doğa olayını ya da bir oyunu bile metalaştırarak, kapitalist çarkları çeviren bir motora dönüştürebiliyor. Değdiği herhangi bir fenomeni, sıradan birey için kullanışlı ve keyif veren bir yapay ihtiyaca çeviriyor. İşte bunlardan en bilineni “futbol”. Kuşkusuz bu temelleri olmayan sanal bir ihtiyaç.Sistem yarattığı bu yapay ihtiyaçla, burada toplumun rızasını alarak onu gönüllü bir köleye çeviriyor.

Kültür Endüstrisinin Önemli Bir Bileşeni: Futbol

Burada bir endüstriye dönüşmüş olan futbol, artık sıradan bir spor değil; uğruna insanların birbirini öldürdüğü ve büyük patronların milyar dolarlar kazandığı bir yaşam ağını ifade ediyor. Özellikle erkek bireyleri (çocukluk yıllarından başlayarak)etkisi altına alan endüstriyel futbol, kişi üzerinde yıpratıcı etkiler yaratıyor. Bu yıpratıcılığın farkında olmayan ve bir süre sonra tutarlı bir mantıkla açıklanamayan davranış kalıplarınasahip olan ve tuttuğu takım için gereksiz duygusal salınımlarsergileyen birey, endüstriyel futbolun kurbanlarından biri olarak karşımıza çıkıyor.

Örneğin bugün, tuttuğu takımın renkleriyle, takımının birincilikleriyle, hatta kulübünün taraftar sayısı ya da banka hesabındaki (kendisine ait olmayan) parayla övünen insanların; bu anlamsız övünçlerine şahitlik etmek, gündelik hayatın sıradan bir olgusuna dönüşmüş durumda. Bu noktada Adorno’nun “spor bir oyun değil, ram olanın kendi boyun eğişini kutladığı bir ayindir” lafını hatırlıyoruz.

Endüstriyel futbol, bireyin toplumsal arenadaki dertlerini de bir çırpıda palyatif olarak öteleyebilme yetisine sahip.Tam da burada “futbolun”, bireye sanal bir mutluluk aşılayan önemli bir enjektör görevi gördüğünden bahsedebiliriz. Böylelikle “endüstriyel futbol”, Gramsci’nin “hegemonya teorisinde” dile getirdiği, devlet ve toplum arasında oluştuğunu gördüğümüz (toplumun aleyhine kırılan) rızalık ilişkisinin bir aparatına dönüşüyor. Bireyin bunun farkında olmayışı, iddianın gerçekliğine halel getirmez.

Futbol SahalarıBirer Paratoner

Şurası çok açık; birikmiş toplumsal, sınıfsal ve politik kin, futbol sahalarında sağılır.Bu yolla insanların eleştirel düşünme yetisi elinden alınır. Futbol sahaları bu uğurda yaratılmış en iyi paratonerlerdir.Örneğin Portekizli diktatörSalazar; Lizbon Stadyumu’nun yapılması emrini: “Bana on binleri uyutacak bir beşik yapın” sözüyle dile getirir. Benzer şekilde İspanyol diktatör Franko “Futbol olmasaydı, kitleleri yönetmek çok zor olurdu” diyecektir.

Ortak bir çeper içerisinde kalan bireylerden oluşan grupların ortak kültürel tavırlar sergilemesi eşyanın doğası gereğidir. Futbol endüstrisi de, efsunladığı bireyler arasında kaçınılmaz olarak ortak bir kültür ve insan tipi yaratıyor.Hepsinden öte endüstriyel futbol, “erkeklik kültürünü” yeniden üretiyor ve nobran bir tavrı toplumsallaştırıyor. Futbol endüstrisinin yarattığı insan, karşı takıma ve taraftarına tahammülü olmayan, küfrü ve şiddeti merkezi bir mefhum haline getiren bir tip.Ezcümle endüstriyel futbol kültüründe, güçlü bir eğilim olarak “magandalaşma” kendini dayatır dersek, gerçeği cüretkâr biçimde ifade etmiş oluruz. İstisnaların olması, olgunun gerçekliğini ve varlığını değiştirmiyor.

Çocukluğundan beri futbol endüstrisinin gölgesinde filizlenmiş insan, kent yaşamına da saygısı olmayan bir kültürün parçasını oluşturuyor. Trafikte yol kapatmaktan tutun, ses kirliliğine uzanan geniş bir yelpazede kent hayatını umursamaz bir “magandalaşmadan” ve kültürel yapıdanbahsediyoruz.Kuşkusuz“kültürel yapı” lafı, baskın olan dokuyu ifade eder, istisnaları değil.

Bu, bu çeper içinde kalan herkesin maganda bir tavra sahip olduğu anlamına gelmiyor elbet. Ancak Biyolojide, aynı ortamda yaşayan iki veya daha fazla sayıdaki organizmanın birbirini etkilemesine “syimbiosis” deniyor. Bu bağlamda ortak bir toplulukta, güçlü olan eğilimin, zayıf olanı etkilemesi de syimbiosis yasası gereğidir.Bir topluluktaki çoğunluğun doğruları, o toplulukta bulunan tek tek bireylerin doğrularını belirleme ve yönlendirme kuvvetine sahiptir. Adorno bunu, “genelin tekili boyunduruk altına alması” olarak tanımlar.[5]

Burada endüstriyel futbolun, ‘futbolun aslında bir barış ve kardeşlik sporu olduğu’ yönündeki beyanları, olgunun pratikteki gerçekliği karşısında da anlamsızlaşıyor. Öznenin kendi hakkında söylediklerini referans alarak, öznenin kendisini tanımlamak, biraz fazla hayalcilik olur sanırım.Üstelik “gündelik hayatta herhangi bir bakkal, bir kimsenin olduğunu iddia ettiği ile gerçekten olduğu arasında ayrım yapmasını çok iyi bilir; bizim tarihimiz henüz bu bilgiye ulaşamamıştır”[6] ne yazık ki.

Tuba Torun Örneği

Burada ilginç ve yakın bir örnek olması itibariyle, geçtiğimiz günlerde;‘futbol stadyumlarının kent içindeki varlığının, insan yaşamını olumsuz etkilediğini’ belirttiği için sosyal medyada lince uğrayan Tuba Torun örneğine bakmakta yarar var. Bu örnekle, endüstriyel futbol hayranlarının, nobran ve saldırgan tutumlarına bir kez daha şahitlik ettik ve Torun’un özellikle sosyal medya üzerinden çok sayıda tehdide ve hakarete maruz kaldığını gördük. Kimileri için şaşırtıcı gelebilir; ancak endüstriyel futbol kültürü içinde bu türden hakaretlerde bulunmak, kültürün genel eğilimi göz önüne alındığında “normaldir”.

Burada endüstriyel futbolun esiri olmuş her bireyin küfrü ve nobranlığı genel bir eğilim ve yaşam biçimi haline getirdiğinden bahsetmiyoruz elbet. Ancak bir kültür içindeki “genel eğilim”, her zaman içindeki istisnaların ilgası üzerinden tanımlanır. Biz de “endüstriyel futbol”a dair yaptığımız tanımı bu gerçek üzerinden şekillendiriyoruz.

İşin tuhaf tarafı Tuba Torun’a yönelik gerçekleşen bu saldırıya karşı, tepki vermesini beklediğimiz önemli bir odak suskun kaldı.Çok ilginçtir, popüler kültüre karşı makaleler yazmış isimler bile, popüler kültürün en etkin damarını temsil eden futbola kalkan oldular.Dokunanı yakan tehlikeli bir alana girmektense suskun kalmayı tercih ettiler.Zira burada futbola ve onun şekillendirdiği kültüre karşı bir tavır, kamuoyunun belirlediği düşünüş ve davranış kalıplarına aykırıydı.

Geliştirdiği “suskunluk sarmalı” kuramında Neumman’a göre; birey, kamuoyunun belirlediği düşünüş ve davranış kalıplarına uymak gibi bir eğilime sahiptir ve toplumda, çoğunluğun ifade ettiğinin aksi yönündeki bir düşünceyi yüksek sesle dillendirmek, birey için pek cazip değildir.[7] İşte Tuba Torun’un yaptığı şey tam olarak bu suskunluk sarmalının dışında bir tavırdı.

Kabul Edilmiş Zihinsel Değerler Düzenini Tersine Çevirmek

Hakaretler üzerine kurulu bir linci, neredeyse herkes normal bir tavırmış gibi karşıladı. Çok tuhaf, ama bunun bir nedeni de, toplumsal güç dengeleri elbette. Bu güç dengeleri hakaretler üzerine kurulu bu tavrı, bir türlü “negatif” ya da “tu kaka” olarak kodlayamadı. Becker’a göre; toplumsal doğruların oluşmasında güç dengeleri belirleyici olur. Yani bir tavrın “sapkın” ya da “negatif” olup olmadığını belirleyen şey, o davranışın kendi değil, toplumsal güç ilişkileri içinde o davranışa yüklenen anlamdır. Bu örnekte gördüğümüz şey de tam olarak buydu ve “tu kaka” edilmesi gereken tavır, endüstriyel futbol fanatiklerinin tavrı olması gerekirken, Tuba Torun’un “twiti” oldu.

Evet burada da, çoğunluğun hassasiyetlerine boyun eğildi ve tıpkı Meiji dönemi terzilerinin yaptığı gibi, iğne ipliğe takıldı ve tersinden bir tutum sergilendi. Oysa bu olayda çoğunluğun, haksız olduğu anlaşılan hassasiyetlerine göre değil de; azınlığın, doğru olan hassasiyetine göre tavır alınmalıydı.

Toplumsal normlarca belirlenen anlamsız düşünce ve davranış kalıplarına boyun eğildiği andan itibaren ise, “ilericilikten” bahsedilemez. Zira ilericilik, çağın dayattığı doğruluk ölçütlerinin ilgası üzerinden filizleniyor. Yani, kabul edilmiş zihinsel değerler düzenini tersine çevirmek, önemli bir adım olarak karşımızda duruyor. O nedenle, endüstriyel futbola karşı; mahalledeki “üç korner bir penaltının” yanındayız.


[1] Karl Marks &Frederich Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yayınları, Temmuz 1992, s: 39.

[2] Edward Shills, Center andPeriphery, 1961.

[3] Louis Althusser, İdeoloji ve Devletin İdeolojik Aygıtları, İthaki Yayınları, 2003.

[4]TheodorAdorno&MaxHorkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği, Kabalcı Yayınevi, 2010 İstanbul.

[5]TheodorAdorno, HistoryandFreedom: Lectures 1964-1965.

[6]Karl Marks &Frederich Engels, Alman İdeolojisi, Sol Yayınları, Temmuz 1992, s: 79-80.

[7]ElisabethNoelle-Neumann, Kamuoyu – Suskunluk Sarmalının Keşfi, Dost Kitabevi, 1998.