“İskelede çalışırken, öyle gidip gelirken, inip çıkarken, dik, düz, çapraz tahtaların, kalasların, ağ misali örülmüş o yumağın içinde kayboldu,” dediler. “Bir daha oradan çıkamamış, yolunu bulamamış, gelememiş.”

Fêrat nasıl kayboldu

Özcan Doğan

İnşaattaydık. Yaz bitiyordu. Kaçıncı yaz.

Yeşillikler içindeki deniz kıyısında, avuç kadar bir koydaydık. Öyle yürür gezer gibi gelmedik buralara. Kara kuru adamlarla, makinelerle, ta nerelerden gelip çullandık paldır küldür. Kestik, kazdık, eştik. Aylardır nasıl çalıştık. Demir bağladık, harç döktük, kat üstüne kat koyduk. Binbir yataklık dev bir otel kurduk.

“Şu duvar işi de bitse,” dedi Fêrat. Sırtını dağ gibi yığılan tuğlalara vermiş, tütün sarıyordu.
“Bitmez mi ya,” dedim. “Kaçıncı inşaat bu, kaçıncı duvar.”

“Giderim bu kez,” dedi. İstanbul’a gidecekmiş ne zamandır. Yüksek okullar okuyacakmış. Bilmem nerelerde neler yapacakmış, ah bir yapabilseymiş. Öyle anlatıp dururdu. Bir mühendis olurdu, bir doktor. Ne hayaller. Nerede... Sonunda gelip bize katıldı işte.

İnşaattaydık.

Elimizde malalar, kürekler, çeküller, çekiçler. Hep birlikte işe koyulduk. İndirip kaldırdık. Ölçüp biçtik. Kırıp düzelttik. Bilmem kaç bin tuğla dizdik. Duvarları yükselttik. Kırmızı bir toz kapladı her tarafı. Fêrat yüzünü yıkayıp geldi. Yanında biri.
“Bak abi, bu Serhat,” dedi. “Amcamın oğludur. Köyden yeni geldi.”

“Hoş geldin Serhat,” dedim. Şöyle bir baktım yüzüne. Fêrat’tan ne farkı var ki.

“Hoş bulduk,” dedi, yarım ağız. Mahcupluk mu, utangaçlık mı, yoksa korkuyor mu.

“Çabuktur, çalışkandır, erinmez,” dedi Fêrat.

Elimi omzuna attım Serhat’ın, gülümsedim. İşin zor desene, dedim içimden. Kimler geldi böyle, dedim bir de, içimden. Kimler bırakıp gitti. Biz yerimizde kaldık. Nereye gideceksin ki. Hep içimden.

Sabah kalktık. Çayımızı kaynattık.

“Şu sıva işi de bitsin, gideceğim,” dedi Fêrat.

Memlekete gidecekmiş bu kez. Dağı taşı özlemiş. Bilmem nerelerde gezecek, oradan dereye inecek, elleriyle su içecekmiş.

“Sizin oralar,” dedim, “karışıkmış şu sıralar.”

“Öyleymiş biraz,” dedi, sesi dudaklarında eriyip gitti.

“Sen gene İstanbul’a git,” dedim.

Başını salladı. Olur mu dedi, yoksa olmaz mı? Yüzüme baktı. “Bir tane daha sarayım mı abi,” dedi.

İnşaattaydık.

Sıva için iskeleler kurduk. Yapının etrafını sıkı bir ağ gibi sardık. Düz, dik, çapraz, binlerce kalas diktik, tahta uzattık, çivi çaktık. Sanki koca bir ormanı öldürüp iskeletini duvarlara astık. Artık yedi gün on iki saat, inip çıkacaktık.

Sonbahar akşamı. Barakamızın önünde küçük bir ateş yaktık.

“Güzel olmaz mı, abi?” dedi Fêrat. Sıcak çayından ürkek bir yudum aldı. Alevlerle kesik kesik aydınlandı yüzü. Gene o hayaller.

“Olmaz mı Fêrat, şahane” dedim. Avukat olacakmış şimdi de. Her zamankinden kararlıydı üstelik. Sanki biraz da telaşlıydı.

Nedenini sordum. Söylemedi. İşler biraz karışık, dedi. Serhat’la bakıştılar kısacık. Sonra başlarını devirip sustular.

İskelede. İncecik tahtalar üzerinde yürüdük. Yapının çevresinde dönüp durduk. Yollar, koridorlar, girişler, çıkışlar. Ahhlar, uhhlar, aman dikkatler, bir şey olmazlar.

Şöyle bir baktım uzaktan. Kibrit çöplerinden yapılmış bir dantel gibi inşaatı kaplamıştı iskeleler. Kirli sarı renkte, delik deşik bir kabuk bağlamıştı bina. O kabuğun içinde, irili ufaklı adamlar gidip geldiler, inip çıktılar, kalkıp oturdular, koca binayı gri betona boyadılar.

Bir gün, Fêrat kayboldu, dediler.

Telaşla atıldık yerimizden. Serhat’la gittik, aradık, taradık, seslendik, çağırdık. Kimseler yok.

“Nasıl kaybolur Fêrat?” dedik.

“İskelede çalışırken, öyle gidip gelirken, inip çıkarken, dik, düz, çapraz tahtaların, kalasların, ağ misali örülmüş o yumağın içinde kayboldu,” dediler. “Bir daha oradan çıkamamış, yolunu bulamamış, gelememiş.”

“Olmaz öyle şey,” dedik. Gittik, ustalara, ustabaşılarına, onların da başlarına sorduk.

“Oldu işte,” dediler. “Madem olmazsa, hani Fêrat nerede?”

Döndük, dolaştık, akşamı ettik, sabahı bulduk.

Fêrat’ı kaybettik.

İnşaattaydık. Serhat’ı gördüm bir duvar dibinde. İskelenin altında yere çökmüş, ağlıyor mu, titriyor mu. Yanı başına oturdum. Tütün çıkarıp sardık. Duman çektik ufff, duman üfledik üfff, başka sesimiz çıkmadı.

Kaçıncı sigaradan sonra, omzuna dokundum, başımı kaldırıp yukarı baktım.

Yüzünü öne eğdi. “Artık yapamam abi,” dedi.

“Neden?” diye sordum, neden sorduğumu bilmeden.

“Korkuyorum,” dedi.

“Kim korkmaz ki,” dedim.

“Düşüp ölürüm de kayboldu sayarlar diye korkuyorum,” dedi.