Jeopolitik önemini ve stratejik değerini, alıcısına küresel bir şehir tevdi etme cürmüyle pazarlayan, bu tevdiye kredi arayan, Kanal İstanbul’u bir devlet projesi olarak varlık-yokluk meselesi haline getiren siyasal gerçeğin, G-7 sonrasında gösterdiği tablonun seçimsiz bir siyaset ve anayasa pratiğini gündeme aldığını göstermektedir.

G-7 Zirvesi sonrası ve tarihsel hakların çitlenmesi

FEVZİ ÖZLÜER

Kapitalist iki blok arasında borç arayışına yönelmiş Türkiye için G-7 zirvesi bir seçeneksizlik olarak belirdi. Türkiye egemenleri için ister Avrasya seçeneği ağırlık kazansın, isterse de ABD seçeneği, küresel sermaye ittifakının strateji ve ihtiyaçlarıyla tanımlanan yönetme krizinden çıkış demokrasi dışı bir kulvarı ağırlıklı bir gündem haline getiriyor.

1982 Anayasası’nın kabul edilmesinin hemen ardından ortaya çıkan ve son 40 yılda biçimlenen bu süreci 2016 darbesinin ardından bir anayasasızlaşma krizi olarak yaşadık. Ancak, bu dönemece bizi götüren tarihsel hat, 1980 sonrasında, KİT’lerin özelleştirilmesi süreci ile başlayan, toplumun sermaye lehine borçlandırılması esasında, özelleştirilen varlıkların “halka arz” olarak pazarlanması ve finansal değerlere dönüştürülmesi ve ardından da menkul kıymetler piyasasında parasal değer artışına tabi olacağına yönelik devlet güvencelerinin oluşturulmasıyla mümkün oldu. Müştereklerin, tarihsel hakların (ekonomik, sosyal, kültürel) kamu mülkiyetinden çıkartılması (özelleştirme vb. yolla), özel mülkiyete konu edilmesi sürecinde, kemer sıkma politikaları1 yoluyla yoksullaştırılan halkın, yaratılan mali değere piyasa yoluyla erişebilir olacağı ve zenginleşebileceğine dair, toplumun yeniden kurulması stratejisinde yaşanan siyasal ve kültürel dönüşüm tam da tarihsel olarak kazanılmış ortak varlıkların ve kamusallığın yağmalanmasının önünü açtı. Üçüncü köprüler, Kanal İstanbul projeleri hep bu yağmadan toplumun da pay alacağı propagandasıyla pişirildi.

Ortak varlıkların (havanın, suyun, toprağın) ve tarihsel hakların özelleştirilmesi küresel emperyal sisteme eklemlenme programı olduğu kadar aynı zamanda bir yönetme pratiğiydi. Kamu politikaları yoluyla, toplumun borçlandırılması, büyük projeler olarak adlandırılan ve sermaye için gerekli alt yapılara kamu kaynaklarının transferi, sermayenin yeni ihtiyaçlar yaratmasını, teşviklerle sermayenin yeniden yaratılmasını da bir arada kavramak gerekir.

“Ücretlerin ödenebilmesi, yatırımların yapılması ve büyüme” gerekçesiyle, hükümetlerin çalışanlardan daha ağır vergiler alması ve vergi yükü altında ezilen, vergisini ödeyemeyen kitlelerin borçlarının yapılandırılması stratejisi borçlandırma siyasetinin bir başka biçimidir. Neoliberal dönemde Türkiye’de adını sıkça duyduğumuz, vergi kanunlarında değişiklik yapılması hakkında kanunlar, vergisini ödeyemeyenlerin yurttaşlığının borçlu olarak tasdik edilmesi, yeni yurttaşlığın en yaygın biçimidir. Ağır vergi yükümlüsü yurttaşın, vergi borçlusu olarak devlet tarafından yeniden tanınması yurttaşlık bağını yeniden kurar. Bu tanıma söz konusu olmadan, çalışanların iş yapmaları zorlaştırılır; borçluluk hukuku, yurttaş emekçinin çalışma hayatı içine girmesinin anahtarı olarak sunuldu.

Benzer durum, elektrik, su, internet gibi temel hizmetlere erişim hakkını kullananlar için de söz konusu oldu. Elektrik, su, internet gibi kamu hizmetleri paralılaştırılıp, erişilebilirliği adil olmaktan uzaklaştıkça, yaşamak için bu hizmetlere ulaşmak zorunda kalan daha geniş bir kitle, şirketler tarafından borçlandırılmıştır. Hizmete ulaşmak için, devletle kurulması gereken sosyal yurttaşlık bağı eridiğinde; kişiler şirketlerin borçlusu haline geldi. Hizmetin, kamudan özele geçmesi; kişilerle kurumların kurduğu ilişki biçiminin de değişmesine yol açtı. Emekçi sınıfların yaşam haklarının kamu hizmeti destekleriyle değil de yaşam için zorunlu ihtiyaç formlarında kullandırılması ve bu hakların (enerjiye, suya, internete erişim vb.) borca dönüştürülmesi, kapitalist mali derinleşmeyle beraber mümkün olmuştur.2 Gündelik hayatın devamı için kredi çekmek, borçlanmak bir zorunluluk haline getirilmiştir. Kriz dönemlerinde bankaların tüketici kredisi kapasitesi ve kârlılığı daha da büyümüştür. Neoliberal dönemin bu hakların çitlenmesi eğiliminin, borçlandırma yoluyla, toplumu çıplak beden sınırında yaşatmanın strateji olarak siyasallaşması sadece emekçilerin ortak geçmişlerinin ele geçirilmesini değil aynı zamanda geleceklerinin de ele geçirilmesi anlamına gelir.3 Kamu varlıklarının satışıyla ve kamu hizmetlerinin özelleştirilmesiyle yürütülmeye çalışılan büyüme politikaları her finansal, yapısal krizle karşı karşıya kaldığında, küresel sisteme entegrasyon gereği, yapısal uyum programları çerçevesinde hükümetlerin borçlandırılmasını ve bu borcu çevirmek için gerekli kaynağın da yeniden borç olarak yaratılmasını esas almıştır. Alınan borcun faizi de halkların geleceğinin ipotek olarak verilmesiyle somutlaşmıştır.

Bu bağlamda, yeni borç stratejisinde küresel bir aktör olarak beliren Çin karşısında yeni alternatiflerin yaratılması ve bu iki hâkim blok arasındaki gerilimden yolunu bulmaya çalışmanın bağlı olacağı düzlemin üç aşağı beş yukarı yukarda andığımız zeminde biçimleneceği kuşkusuzdur. Jeopolitik önemini ve stratejik değerini, alıcısına küresel bir şehir tevdi etme cürmüyle pazarlayan, bu tevdiye kredi arayan, Kanal İstanbul’u bir devlet projesi olarak varlık-yokluk meselesi haline getiren siyasal gerçeğin, G-7 sonrasında gösterdiği tablonun seçimsiz bir siyaset ve anayasa pratiğini gündeme aldığını göstermektedir. Belli ki, borç vermek için yarışan yeni dönemin küresel aktörleri, sadece borcuna sadık bir müşteri aramaktan daha fazlasını istemektedir.

Borçlandırılarak piyasa dolayımıyla toplumsallaşma ve hakların çitlenmesinin olanaklı olduğu birikim rejimi koşulları aynı zamanda, devletin de dönüşümünü kapsamına almıştır. Bu kapsamda yurttaşların temsil mekanizmalarıyla dolayımlanmasını mümkün kılan kurumların, yurttaşlık haklarını düzenleyen yasa gibi kuralların politik, ideolojik dönüşümünden ve şirketleşen devletin siyasal alanı ve yurttaşlığı temellükünden söz etmek gerekir. Devletin şirketleşmesi, yurttaşın müşterileşmesi için olduğu kadar aynı zamanda egemen devletin yurttaşa tanıdığı kamusal alanın, siyasal hakların ilgası ile sonuçlanacak bir yapısal dönüşüm barındırmaktadır. Bu noktada hakların çitlenmesi zorunluluğu, siyaset alanından ve kamusal süreçlerden emekçilerin zor aygıtlarıyla kopartılması stratejisini de gündeme getirecektir. Türkiye’nin karşı karşıya kaldığı borçlandırma seçenekleri, kurumsuzlaştırma, kuralsızlaştırma ve piyasalaştırma temelinde birikim için gerekli koşulların, açık zor aygıtlarıyla yaratılması sürecini tetiklemiştir.


1Lazzarato’ya göre, bu noeliberal dönemin kemer sıkma politikaları Yunanistan, Portekiz gibi Avrupa ülkeleri açısından da geçerli olan küresel bir stratejinin parçasıydı. Fransa’da sermaye sınıfının tatil günleri, çalışma saatleri gibi zamanın kesintisiz denetimini mümkün kılacak uygulamalar yoluyla da emekçilerin borçlandırılması ve serbest zamanın tam tahakküm altına alınması organize edilmekteydi. Maurızıo Lazzarato, Borçlandırılmış İnsanın İmali, Neoliberal Durum Üzerine Deneme, Çeviren: Murat Erşen, Dergah Yayınları, 2. Baskı, 2020,

2Lazzarato, Borçlandırılmış İnsanın İmali, Neoliberal Durum Üzerine Deneme, s.27 s. 24 -25

3Lazzarato, age, s.27