Bir gün Gaddar bir yönetmenimiz ile konuşuyordum, bir sinema okulu açmıştı, niyeti para götürmek falan değildi, gençliğinde yeterince eğitim alamadığı için, yeni kuşak sinemacıların ciddi bir eğitimden geçmeleri gerektiğine inandığı için okulu açtı. Ona göre Şekeroğlu’nun okulu yeterince iyi değildi ve modern eserleri anlamıyorlardı. Muhafazakârdı. Heyhat, Şekeroğlu’nun okulu bu ülkedeki yıllarca en iyi sinema okulu oldu, halen de iyidir.

Bana sen ne düşünüyorsun bu okul hakkında diye sordu?

“Saçma” dedim ve bir niteleme sıfatı ekledim. Kızdı ve sordu “niye?”

Çok basit dedim, bir sinema tarihçisi olarak söylüyorum, Türkiye Sinema Tarihinde çok yetenekli insanların sinema yapma koşulları olmadığı için film çekememesi gibi bir durum yok. Tam tersine, hiç sinemayla alakası olmaması gereken ya da setlerde çalışması gereken komik insanlar yönetmen koltuğunda yıllarca oturmuşlar. Sektörde, yapısı itibariyle, iyi bir yönetmene, iyi bir senariste açlık var. Bulsalar onu el üstünde tutarlar. Onun için sinema okulu açmak şimdilerde bir moda oldu, bunların da çoğu anlamsız ve yetersiz insanlar tarafından ders ile taçlandırılan işlevsiz okullar.
Çok şaşırdı, düşündü taşındı ve dediğin doğru dedi.
Şimdi Türkiye Sinema Tarihini yazarken nelere dikkat etmeli? Bu çok önemli bir konu, çünkü bizim sinema tarihimiz yazılırken ziyadesiyle olgularla yüzleşilmez: ya olgular atlanır ya da olgulardan çıkarılması gereken dersler bilinmez ve olgunun tabiatı gereği verdiği ders anlaşılmaz. Yani kıssadan hissesi anlaşılmayan bir hikâye gibidir durum.
Türkiye’de pek lüzumsuz insanlara pek anlamsız ödüller verilmiş durumda, son çeyrek yüzyılın derslerinden birisi de şu: bu lüzumsuz ve haksız ödüllere uluslar arası ödüller de eklendi. Şaka maka değil, pek çok lüzumsuz film uluslar arası ödül aldı, yönetmenleri şişindiler, kendilerini pek avantacı gibi sanatçı hissettiler. Bunların içinde gayri-ahlaki diplomasi trafiği ve yine pek tuhaf ve açık kayırmalar da var.

Türkiye’de Yılmaz Güney’in ardından gelen ve bir şekilde sanatçı duruşu olan bir yönetmenimiz yok. Sanatçılarımız içinde belirli bir duruşu olan, fikrini savunan çok nadir sayıda insan var, bunlar bir elin parmaklarını geçmezler. Onların içinde hem yazmayı hem konuşmayı hem de onurlu bir sanatçı tavrı göstermeyi bilen de bildiğim kadarıyla iki insandır. Yani insanoğlu insandır, gerisi lafı güzaf. Sinema sektörü, haybecilerin avantacı olmak için çırpındığı bir yalan-sanat-üretim merkezine dönüşmüş durumda, bu sorunun köklerine indiğimizde çok ufak ve anlamsız bir sorundur sinema eğitimi meselesi.

Bu birinci önerme.

İkinci önerme daha net: Türkiye’de sinemada kurumsallaşma yok, Türkiye’de kurumların sınırları yok. Mesela sinema yazarı olmayan ve sinema sanatından habersiz Sinema Yazarları Derneği Başkanı bile olduğuna göre, geriye eleştiri kurumunun çürümesinden başka bir şey kalmaz. Ama Türkiye’de gerçekte yönetmen olmayan Film-Yön başkanı da olduğu için sorun daha da büyüyor, aynı şekilde Yapımcı olmadan Yapımcılar Derneklerinden birinin başkanı olan da var. Bunun yanında, Sinema Dergisi çıkarıyorum diye şişinmiş, ama yazarlık yapmayan insanlar var. Bunun yanında Sinema hakkında doğru dürüst konuşamayan ama panellerde bilirkişi olarak konuşan insanlar da var. Bunun yanında akademik bir ürünü olmayan ama akademisyenlik yapan da var. … Eee nereye geldik?

Tuhaf bir yere olduğu çok net, ama bu yazılanların doğru olduğunu hepiniz biliyorsunuz. Türkiye’de festival düzenlemek nasıl bir arpalık işi haline gelmişse, geriye de şu kalıyor, sektörde sesi çıkan ve sanatçıyım ya da sanat sevicisiyim diyen insanlar, “Arpalıkçılar ve Avadanlıkçılar” olarak gruplaşıyor ve para koparmaya çalıştıkları bir (……lık) alanı olarak iş tutuyorlar. Sinema tarihini yazarken bu yüzden çok kızıyorlar. Kolektif bir yalan alanıdır, bunların çoğu da “yalan satirem” diye tezgâh kurmuşlardır. Çok kızıyorlar: ama bunları deyince değil, çünkü çoğu zaten bunları biliyor ve hatta söylüyor, önemli olan bunları yazmak. O zaman gardları düştüğü için kızarlar tabi.

***

"GARDLARI DÜŞÜNCE KIZANLAR" yazısına dair zorunlu bir açıklama…

[Tamamen farklı bir insana “seni anlatıyor” denildiği için ve o insana tanıdığımdan beri “abi” dediğim için bu açıklama yazılmıştır.]

Bu yazıya gelen tepkilerden somut örnekler:

  1. (ödüllü yönetmen-senarist, piyasada aktif olarak çalışıyor)

-Okudum bu sabah, eline sağlık, selamlar.

-Nasıl buldun?

-Çok iyi.

-Kızarlar şimdi.

-Şapkamı önüme koyup düşündüm.

-Evet, sonuçta ne diyorsun?

-Fazla günahım olmadığına karar verdim. Diğerleri kızar:) Haklısın iyi bir tahlil ve

-Yazılanların doğruluğu?

-Tespit öyle.

-Acı işte neyse?

-Eyvallah.

ii) (yönetmen senarist, aktif olarak çalışıyor, ödüllü, 05.03.2018)

–Okudun mu?

-Okudum tabi.

-Nasıl buldun?

-İyi, ama hiç elle tutulur bir şey yok mu yahu? Olumlu yanları hiç yok mu bu sinema dünyasının?

-Onları da sen yaz öğrenelim.

-Ya da soru şu ne oldu da bir dönemden sonra hiçbir şey kalmadı bu alanda? Anladığım kadarı ile Yeşilçam dönemini olumluyorsun, bir dönemi bir kuşağı iyi buluyorsun. Ama günümüzde elle tutulur bir şey yok diyorsun. Peki nerede ne oldu böyle oldu?

-Darbe oldu, Mephistofeles iş başına geçti.

-Ama sanatçı darbe koşullarında yaratabilir!

-Kifayetsiz muhterisler tezgâhı eline geçirdi.

-İran’da neden sinema gelişti peki? Aynı tezgâh orda da işbaşına geçti. Daha doğrusu dünyanın birçok ülkesinde darbe oldu.

-Mephisto iyi iş çıkardı.

-Tanrı nereye kayboldu?

-Sanat sevicileri erdemi ve estetiği değil, para ve ünü tercih ettiler.

iii) (yönetmen-senarist, ödüllü, 05.03.2017)

-Okudum.

-Nasıl buldun?

-Doğruları söylemişsin yine. (Alkış işareti yolluyor)

-Peki sinema cemaati ne der?

-Tepkileri mi ne olur?

-Evet onu soruyorum.

-Onlar utanmazlar. Sana deli der geçerler.

-Tek tük yazı hakkında yorum geldi. Yeşilçamcı mısın diye soran oldu?

-Evet o kadar aptal.

-Yeşilçamcılık nedir?

-Bilmiyorum valla. Böyle bir tabir de ilk defa duydum. Fakat neden söz ediyor olduklarını anlıyoruz şüphesiz. Kafalar dar ve köşeli olduğu için bu tepkilerin eleştirilerinin sahibini ancak öyle bir yere yerleştirecek kadar vizyonsuz insanlar.

-Neyse bunu yazacağım. Geçmişte reziller Zekici misin demişlerdi!

-Ben de filmimde bir hikâye anlattığım için beni de Yeşilçamlı ilan etmişlerdi. Sinemada hikâye anlatmak bitmiş onlara göre.

-Hikâyeden korkanlar Hikâyesi ve Tarihi olmayanlardır.

-Hikâye anlatıyorsan Yeşilçam geleceğini (geleneğini demek istiyor ZA) sürdürüyor oluyor adın. Yapmadıkları için film değil fotoğraf çekiyorlar Zahit çoğunlukla.

-Batsın bu dünya hikâyeleri…

Bu yazıyı yazarken özellikle Yeni kuşak yönetmenleri ve filmlerinden değil “yan sanayiden” para kazananları kastettim. Sanatlarıyla ekmekleri kazanamayan ve daha doğrusu yaptıklarını benim sanat olarak görmediğim insanları ve onların çeşitli fiillerini anlattım. Daha önce açıkça yazdığım için eski kuşak yönetmenlerin iş ahlakını –onların filmlerinin estetik değeri ve toplumsal önemini baz almadan- olumlu buluyorum. Yeni kuşağı ise ben darbe mağduru olmaktan çok daha fazla, Özal döneminden iş ahlakını alan, kısaca sektörün maneviyatını sarsan insanlar olarak görmekteyim. (Not: bu yazışmalar telefonumda kayıtlı ve hepsi Pazartesi günü yapıldı, görüntüleri duruyor)