Gâvurların Or’da- 3

Erdal Ateş

Eğlence

Yaz ayları bir şenlikti bizim için. Okullar tatil olduğu için sabahtan akşama kadar ucu bucağı olmayan Üs'sün bir yanında vakit geçirirdik. Kâh Üs'sün girişindeki kapıda görevli Amerikan polisleri* ile matrak geçerdik, kâh bu kapının önündeki taksi durağında Üs'se girip çıkanları izlerdik. Bazen de çok yukarılara, Öveçler tarafına gider Üs'sün tellerini keser ya da dökülen moloz yığınlarından dolayı çökmek üzere olan Üs'sün tellerini sökmeye çalışırdık. Herkes, içten içe, bu Üs'sün baklava desenli tellerini kesmek ve içeri girmek istiyordu sanırım. Bu tel örgüler iki ülke sınırı gibiydi. Biz, tel örgülerin dışındakiler, o Üs'e ayak basma hayalleri kurardık hep. Bir film izler gibi onları tel örgülerin dışından izlerdik. Ellerimiz ve alnımız, bu tel örgülere dayalı, içeriye hayran hayran bakardık. Bazen tel örgünün dışından, Üs'sün içindeki bir Amerikalıya bağırırdık: “Hello!”

Onlar da bize aynı şekilde karşılık verirdi. Sesler havada yankılanırdı: Hel...lo...Hel...lo...Hel...lo....

*Askeri Polis (Military Police). Anlatıda kısaca "polis" dedim.

Siyah ve beyaz

Amerikalı zenciler beni ürkütürdü. Sanırım, salt beni değil, bütün mahalle çocuklarını. Bizden dört-beş yaş büyük çocuklar, siyahlara dair, bize bazı şeyler anlatırlardı. Vatanlarının Afrika olduklarını. Köle olarak Amerika’ya götürüldüklerini, bu yeni ülkelerinde beyazlarla aynı haklara sahip olmadıklarını ve yaşadıkları insanlık dışı birçok hikâye... Mahalledekilerin bilinçaltlarında, şöyle bir şey vardı siyahlara karşı: Amerika'da dün köle, bugün beyazların karşısında ikinci sınıf olan bu siyahların, afrasından tafrasından geçilmiyor. Amerika, beyazlar bunları adam yerine koymamışsa ve hâlâ da koymuyorsa biz neden koyalım? Belki de bu siyahlar karşısında biz kendimizi birer siyah (ezilen) gibi hissediyorduk. Hava Üs'sündeki Amerikalılar ile mahallemiz (genel olarak ülke) göz önüne alındığında, gerçekten de acınası olan bizdik. Bizim gözümüzde siyahlar, beyazdı. Onların karşısında bizler siyahtık.

O yıllarda, evlerde renkli televizyon yoktu henüz. Siyahları konu alan filmler, belgeseller zaman zaman olurdu. Elbette elektriği olmayan evimizde televizyon yoktu. Evinde televizyon olan, yaşça büyük çocuklar anlatırlardı televizyonda izlediklerini.

Evimizde tek bir kitap vardı. Adı: Tom Amca’nın Kulübesi. Bu kitabı bana önce birileri okumuştu. Sonra ben kendim. Unutamadığım bir kitaptır. Bu kitap, bana siyahlara şefkat duymayı kazandırmıştır. Her siyah gördüğümde bu kitap gelmiştir aklıma.
Her gördüğüm -erkek- siyah, Tom’du benim için.

Çocukluk işte.

Sınır

Üs'sün tel örgüleri, yüzümüze çarpan bir tokattı sanki. Üs'sün içindeki Amerikalılarla, onlarla bir olmadığımızı imleyen gerçekti. Kabul etsek de etmesek de. Bütün çocukların, gençlerin yolun kıyısında boylu boyunca örülmüş bu tel örgülere karşı nefreti vardı. Bu içten içeydi. O tel örgülerden, Üs'sün içine bakar, farklı şeyler düşünür ya da düşlerdik. Üçüncü sınıfa geçtiğim yıl, ben de o tel örgüleri tekmeleyen, hırpalayanların arasındaydım. Bu tekmelemeler bir oyundu. Eğlendiğimiz. Ama tel örgülere savrulan tekmeler, daha çok o Üs'sün içindeki Amerikalılaraydı. Neden onların muhteşem arabaları, giyecekleri, yiyecekleri vardı? Neden onların karşısında biz hep iç geçiriyorduk?
Kendi ülkemizde onlar efendi, biz sanki birer köleydik.