Gâvurların Or’da -7

Erdal ATEŞ

Çöplük

Sabahları Üs›ün giriş kapısında dolaşan İhsan’ı görürdüm. Uzun boylu, sarışın, topal bir çocuktu. Fena aksıyordu ayağı. Her adımda, bir eli dizkapağına gidiyordu hep. Benden birkaç yaş büyüktü. Trafonun olduğu yerin biraz aşağısındaydı evleri. Babaları ölmüştü. Anneleri için mahalledeki büyükler ileri geri konuşuyordu. Askerlerle birlikte oluyormuş, derlerdi. Tuhaf bir aileydi bunlar. Pek kimseyle konuşmazlardı. İhsan, bizim mahalledeki çocukların arasına katılmazdı. Hep yalnızdı. Mahallenin dediğine göre, askeri bölgeye girmiş bir gün. Tahta çalıyormuş. Nöbetçi asker, “Dur!” demiş. Bizimki durmamış.

Vurulmuş. Bu yüzdenmiş topallığı. Bu topal çocuk, her gün sabah Üs›ün giriş kapısına gelir, polislerin durduğu küçük kulübedeki gri çöp bidonundaki çöpleri kucaklayıp götürürdü. Amerikalılar ve Üs›teki Türkiyeli çalışanlar bu çocuğu tanıyordu. O gelince, büyük sazrengi kâğıt torbalar içinde çöp veriliyordu. İhsan, heyecanla torbaları kucaklıyor ve topallıya topallıya evine doğru gidiyordu. Ama elli metre sonra yolun sağ kenarındaki çimenlere çöküyor, torbaları döküp didikliyordu. İşine yarayacakları ayırıyor, torbaya dolduruyor, diğer döküntüleri ise döktüğü yerde bırakıp gidiyordu. İhsan ile konuşmadım hiç. Bir sabah bahçeden çıktığımda yolun karşısında, tel örgülerin dibinde gördüm onu. Yanı başında dört büyük torba vardı. Yanına gittim. Gördü beni. Rahatsız oldu. Ters bir bakış fırlattı bana. Umursamadım. Ağzında bir şeyler geveledi. Yine bir şeyleri ayıklıyordu. Yanı başındaki yeni bir torbayı döktü. Kapalı kâğıt kutulardan pirinç pilavı döküldü. Plastik bir kaşıkla kıtlıktan çıkmış gibi saldırdı pilavlara. Deli gibi yiyordu. Tiksindim. Beyaz plastik çatal, kaşık, bıçak, kola kutularını ve birçok ıvır zıvırı bir torbaya doldurdu. İhsan’a bir daha hiç yaklaşmadım. Onu uzaktan izledim. O çöplükten çıkan yemekleri yiyişi, gözümün önünden hiç gitmedi.

Bahşiş
Hafta sonları arkadaşlarımla mahallenin altını üstüne getirirdik. Bir eğlencemiz de Hava Üssü’nün giriş kapısının tam karşısındaki taksi durağına ait tahta kulübeydi. Bu durakta bütün taksi şoförlerini tanırdık. En çok o külüstür Austin’i süren ihtiyar adamı severdik. O da biz çocukları severdi. Bazı zamanlar –Üs›te bir eğlence, spor etkinliği olduğunda- akın akın Amerikalı çıkardı Üs›ten. Taksi yetişmezdi. Taksi şoförlerinin dinlendiği o kulübede, biz çocuklar oturur, taksi bekleyen Amerikalılarla çat pat konuşurduk. Kimileri çok az Türkçe de bilirdi. Ama akıcı bir Türkçe konuşan bir Amerikalıya hiç rastlamadım. Türkçe öğrenmeye gerek duymuyorlardı belki.

Üs›ten alışveriş yapmış Amerikalıların paketlerini, yaşlı bir Türkiyeli; kapıya, taksi durağına getirirdi hep. Bazen kucağında, çoğunlukla da market arabasıyla. Aksi bir adamdı. Gri bir önlüğü vardı. Önce gelir sıradaki taksinin arka bagajına öteberileri koyardı. Hızlı hızlı hareket ederdi. Sonra alışveriş paketlerinin sahibi, bu adama yüklü bir bahşiş verirdi. Bütün çocuklar, o bahşişi görmeye çalışırdı. Kimileri kendi aralarında fısıldaşırdı: “On dolar verdi!” Bir başkası, “Suratsız moruk, kaptı parayı yine!” derdi. Bu ihtiyar adam, bizi ne zaman taksilerin çevresinde görse yüzünü buruştururdu. Bazen elinde torba olan bir Amerikalıya, bir çocuğun yardım ettiğini görse, ortalığı yıkardı. Bağırır çağırırdı. Sevimsiz bir ihtiyardı. Mahalleden geçerken kimse ona selam bile vermezdi.

Zengin oruspular

Bir güz, Hava Üssü’nün kapısında, genç kadınlar görülmeye başladı. Üs›ün giriş kapısında bekleşiyorlardı. Kimilerinin arabası da vardı. Mahalledeki bizden büyük ağabeyler, bu kadınlara, “Zengin oruspular,” diyorlardı. Bu genç kadınlar, mahallemizdeki kadınlara benzemiyorlardı. Güzel giyimli, hoş kokuluydular. Konuşmaları da çok nazikti. İngilizce biliyorlardı. Çoğu Çankaya’da oturuyordu. Amerikalı çapkınlar, Çankaya çevresindeki disko ya da barlarda tanışıyorlarmış bu kadınlarla. Dost oluyorlarmış. Bu kadınların çoğu kolej mezunuymuş. Amerikalılar, onlara çok ilginç ve çekici geliyormuş. Bir Amerikalı ile evlenip kapağı Amerikaya atmak hepsinin hayaliymiş. Ben bu kadınları seviyordum. Bazıları yanaklarımı okşuyordu. Hoşuma gidiyordu. Kimileri soru sorardı: “John’u tanıyor musun? Asker. Kahverengi Buick’i var.” Üs'ten kimi Amerikalılar, kapıda bekleyen bu dostlarıyla birlikte ya kendi arabaları ya da bir taksiyle giderlerdi.

Bir akşamüstü, taksi kulübesinde kimsecikler yoktu. Beyzbol maçı vardı. Çıkanlar taksilere üşüşmüştü. Dört arkadaşımla kulübede oturuyorduk. O ara beş kadın geldi. İkisini bazen görüyorduk. Amerikalı sevgililerini bekleyenlerden. Diğer üç kadını, ilk kez görüyorduk. Açık saçık giyinmişlerdi. Ağza alınmayacak şeyler konuşuyorlardı. Üsten çıkacak Amerikalı dostlarını bekliyorlardı. Biri, ikide bir saatine bakıyordu. Bizimle başladılar sohbete. Sigara içiyorlardı. Biz de istedik. Verdiler. Biri minicik bir kot etek giymişti. Tahta sedirde iki bacağını iki yana açtı. Yanlardan, oralarındaki kıllar görünüyordu. Diğer arkadaşlarım da gördüler. Bakıp bakıp çaktırmadan gülüyorlardı. Epey zaman sonra, dört iri kıyım zenci geldi. Kadınlar, Amerikalıları görünce fırladılar. Sarmaş dolaş oldular. O sıra taksiler geldi ardı ardına. Bindiler. Üç taksi ile gittiler. Taksi şoförleri bize bu kadınları imâ ederek, “Ne ayak?” dercesine baktılar. Bir şey söylemedik onlara.

Bir kadın

Bir sabah, taksi durağının arkasındaki tarlada dolaşmaya çıktım. Kulübenin biraz uzağında Anadol’dan genç bir kadın indi. Çaktırmadan bana doğru yöneldi. Tanıyordum bu kadını. Ara sıra kapıda, Amerikalı dostunu beklerdi. Soluk yüzlü, tiz sesli, ince, uzun boylu biriydi. İncecik ve upuzun parmakları vardı. Tırnakları vişneçürüğü ojeliydi.

“Baksana bana,” dedi kadın.
Baktım. Gülümsedim.
“Sigara ister misin?” dedi.
“Yok.”

Çantasından bir Marlboro çıkardı. Arabada, direksiyon başında oturan adama baktı çaktırmadan. Adam, önündeki bir şeylere bakıyordu.

“Babam” dedi, ürkek bir sesle. Yanıt vermedim. “Al bu sigarayı senin olsun. Babam yakalamasın bunu.” Aldım. Cebime koydum. O zamanlar, bu sigarayı içmek müthiş bir prestijdi. Bir paket Marlboro’ya, kimileri bir gün amelelik yapardı. Kadın, giriş kapısına gözlerini dikti. “Babam sana bir şey sorarsa bir şey söyleme”. “Ne sorarsa?” demedim. O sormuşum gibi yanıtladı hızla. Benim buralara geldiğimi, Amerikalı askerlerle buluştuğumu sorarsa… Anadol’un kapısı hafiften açıldı. Kadın hızla arabaya seğirtti. Tam giderken kadının söylediği, “Yok, dersin” sözleri kulaklarımda çınladı.

Adam ve kızı bir süre arabanın önünde konuştular. Kadın, suçlu gibi duruyordu. Sonra kadın arabanın arka koltuğuna oturdu. Adam elinde bir kâğıtla Üs›ün giriş kapısına gitti. Amerikalı nöbetçi askerle konuşmaya başladı. O sıra mahallemizden Bekir geldi yanıma. Bu çocuk benden büyüktü. Kavgacı haytanın biriydi. Kadınla konuştuğumu görmüş. “Hayırdır?” dedi. Her şeyi anlattım ona. Sigara paketini istedi benden. “Olmaz” dedim.

“Seni babana söyleyeceğim” diye tehdit etti beni bu hayta.

Verdim. Gözleri fal taşı gibi açıldı paketi görünce. Aldı. Bir dal çekti paketten. Yaktı. Arabadaki kadına baktı. “Oruspu” dedi Bekir kendi kendine.

Gözlerime baktı sonra, “Bize vermez mi?”

Bir an sustum. “Ne vermez mi?”

“Kaltak Amerikalılara siktiriyor kendini. Bak babası öğrenmiş, gelmiş”

Bekir baktı bende iş yok, çekti gitti arabanın yanına. Kadın arabanın kapısını araladı. Bekir ile bir süre konuştu. El kol hareketlerinden kadının yanında babasının olduğunu ve Bekir’in buradan hemen gitmesini istediğini anlıyordum. Yalvarıyordu kadın. Bekir takmadı. Kadın, Bekir’e para uzattı. Aldı parayı Bekir. Sonra yavaş yavaş sağdaki yola saptı gitti.