Gâvurların Or’da-9: 12 Eylül

Erdal Ateş

Sabahları sokağa çıktığımızda gecekondu duvarlarında yazılar görüyordum. Bu taze yazılar, gün ağarırken yazılmış olurdu. Yavaş yavaş okurduk: Kahrolsun Faşizm! Tek Yol Devrim, Devrim Şehitleri Ölümsüzdür... Evlerde oturanlar, küfrede küfrede duvardaki yazıların üzerlerini boyarlardı. Balgat eski Balgat, değildi artık. Her gün silahlı çatışmalar oluyordu. Silah seslerini duyduğumuzda, sesin geldiği yere koşuyorduk. Koca koca adamlar kaçıyor, bizse çatışmayı görmeye gidiyorduk. Bir kenarda olanları izliyorduk. Kim kimle çatışıyordu bilmiyorduk. Biz çocukları heyecanlandıran kavgalar, çatışmalardı. Balgat pazaryeri, ana caddedeki kahvelerin olduğu bölgede olaylar olurdu. Gündüzleri askeri Reolar, mahallelere geliyordu.

Aracın kasasındaki askerler sağa sola dalıyordu. Başlarındaki komutan, erlere bağıra çağıra emirler veriyordu. Herkes korku içindeydi. İnsanların çoğunun konuştuğu şey, farklı grupların kavga ve çatışmalarıydı. Zaman zaman Hava Üs'ü'nün yakınlarında da silahlı çatışmalar olurdu. Böyle anlarda, Üs'ten Amerikan devriyeleri art arda fırlar, telsiz sesleri yeri göğü inletirdi. Tüm bu yaşananlar, Üs'teki Amerikalılar’ı korkuttu. Eskisi gibi biz çocuklara yakınlık göstermediler. Antikacı’nın işleri de azaldı. Bazen akşama doğru başlayan silah seslerini duyan Antikacı, dükkânını kapatıp erkenden evine gidiyordu.

Bir akşamüstü bir grup genç geldi. Ellerinde küçük afişler vardı. Biz çocuklarla biraz sohbet ettiler. Gruptan birisi Hava Üssü’nü işaret etti. Burasının ne olduğunu soruyordu. Belli ki hepsi buranın yabancısıydı. Dilimiz döndüğünce anlattık Üs'ü. Onlar da bize bir şeyler anlattı. Tabii pek bir şey anlamadık. Bize şunları söyledi kalın bıyıklı birisi: “Yanki, go hom!” Bunu Üs'ün giriş tapısından çıkan her Amerikalıya söylememizi istiyordu. Bütün çocuklar, koro halinde. Başka biri, “Boş ver bunu” dedi. “Hep bir ağızdan şunu söylüyoruz onlara: “Amerika katil katil!” Hep bir ağızdan Üs'e doğru bağırdık: “Amerika katil katil!”

Amerikan malı

Yirmi, yirmi beş günde bir, evimizin önündeki yolun kenarına tırlar dizilirdi. Bu tırlar, büyük konteynerlerle yüklüydü. Gemilerle gelen bu çelik konteynerlerde, Üs'teki Amerikalılar için A’dan Z’ye her şey vardı. Ekmek ve su da dahil. Bunlar, ta Amerika’dan gelirdi.

Türkiyeliler için Amerikan mallarının müthiş bir prestiji vardı. Biz mahalledekiler buna tanıktık. Her gün onların otomobil, jip, otobüsleri geçiyordu mahalledeki yollardan. İç geçiriyorduk bu taşıtlar karşısında. Amerikalılar’ın biz çocuklara zaman zaman verdiği çikolata, dondurma, meşrubatların tadını her çocuk bilirdi. Bu ürünlerin hiçbiri, bakkallarımızda ya da büyük marketlerde yoktu.

Bir malda “Made in USA” yazılıysa akan sular dururdu. Gerçekten de bütün Amerikan malları, çok sağlam ve kaliteli olurdu. Bir tenis ya da voleybol topu, tozlu yollarda vura vura oynadığımız halde eskimezdi. Hele giysiler. Bir çorabı bile abartısız yıllarca giyebilirsiniz. Bir çorap on yıl giyilebilir mi... Giyilirdi. Ne eprir ne de solardı. Hele -Dexter dediğimiz- pırıl pırıl parlayan, o polislerin giydiği ayakkabılar ömürlüktü.

Mahallemizde Rasim, adında bir arkadaşımız vardı. Bu arkadaşımız zeka engelliydi. Ailesi fakirdi. Rasim hep yırtılmış soğukkuyu* lastik ayakkabılarla dolaşırdı. Yaz kış. Bir gün bir Amerikalı, Rasim’e bir çift bu Dexter’lardan getirdi, verdi. Kimse yakıştıramadı Rasim’e, soğukkuyulardan sonra bu göz alıcı ayakkabıları. Herkes Rasim’in ayakkabılarına bakıyordu. O da kimin verdiğini anlatıyordu. Ve de ayakkabısının güzelliğini. Ayağına ayakkabı dayanmayan Rasim, bu ayakkabıyı yıllarca giydi. Yine de parçalanmadı. Herkes Amerikalılar’a ait bir eşya düşürme peşindeydi. Yeni ya da kullanılmış, fark etmez.

O dönem plastik kaşık, çatal, bıçak, bardaklar henüz yoktu hayatımızda. Mahalledeki birçok insan, Üs'ün çöplerinden çıkan bu plastik malzemeleri, evinde yıkayıp yıkayıp kullanırdı. Fast-food yiyeceklerde kullanılan bu malzemeler, bizim evlerimizdeki metal kaşık, çatal, bıçaktan daha dayanıklıydı. Türkiyelilerin birçoğunun Üs'e, Amerikalılar’a yaklaşmasının nedeni; onlardan bir şeyler koparmaktı. Bir Amerikalı ile tanışan biri, hemen ondan bir şey rica ederdi. Genelde bu istek yerine getirilirdi. Onlar için birkaç paket Marlboro, Pal Mal ya da bir kot pantolon, şapkanın ne önemi olabilirdi ki... Sıradan şeylerdi. Amerikalılar bana da birçok şey verdi: Tenis ve beyzbol topu, şekerlemeler, şapkalar, tişörtler, kalemler, içecekler... Unutamadım bunları. O yıllar, bunların hepsi altın değerindeydi.

*Hurda lastikten yapılan soğukkuyu ayakkabılar “cizlavet” ya da “kara lastik” adıyla da anılırdı.