Pandemi nedeniyle daha da koyulaşan ekonomik bunalımın, artan yoksulluğun, yükselen işsizliğin, esnaf kesiminde artan kepenk kapatmaların ve iflasların kendiliğinden sonuç doğuracağını; muhalefete iktidar yolunu açacağını düşünmek; kısacası, “Belli oldu gidiyorlar” demek yanıltıcıdır.

Gazâli'leri yenmek mümkün mü?

Nâzım Çankırı Hapishanesi’ndedir. “Bir akşamüstü” diye yazıyor, herhalde mahkûmlar henüz koğuşlarına tıkılmamış, demir kapılar gıcırtıyla kapatılmamıştır; “oturduk hapishane kapısında / rubailer okuduk Gazâli’den: Gece/ büyük laciverdi bahçe / altın pırıltılarla devranı rakkaselerin / ve tahta kutularda upuzun yatan ölüler.” Mektup Piraye’ye yazılmıştır, devam ediyor Nâzım: “Bir gün eğer / benden uzak / karanlık bir yağmur gibi / canını sıkarsa yaşamak / tekrar Gazâli’yi oku / ve Pirayemden benim / ben eminim / sen sadece merhamet duyacaksın / ölümün karşısında onun / ümitsiz yalnızlığı / ve muhteşem korkusuna.”

Peki, bu korkunun kaynağı nedir, nerededir? Nâzım Gazâli’nin ölüme bakmaktan, korkmaktan ve ölümle korkutmaktan hayatı göremediğini söylüyor, Piraye’den duyduğu Çankırılı bir cümleyle anlatıyor: “pamukladı mıydı kavaklar / kiraz gelir ardından” “Kavaklar pamukluyor Gazâli’de fakat / görmüyor üstat / kirazın geldiğini / ölüme ibadeti bundandır.” Nâzım derin bir anlayışla, engin bir hoşgörüyle eleştiriyor Gazâli’yi. Onun eylemini ölüm korkusuna bağlıyor. Haklıdır, çünkü onun korkusu bir cehennemi varsayar; bu da özellikle halkın yönetilebilmesi için eşsiz, bulunmaz bir nimettir.

Ender Helvacıoğlu da “Uygarlıktan Kurtulmak” (Bilim ve Gelecek Kitaplığı) adlı bugünlerde değeri daha da artan çalışmasında yer verdiği “İbni Rüşd’ün günümüze ışık tutan dramı” başlıklı yazısında bu konuya değiniyor. Yazı 2016 tarihli ama Helvacıoğlu’nun yazıları eskiyecek türden değildir. (Sf.71-76.) Akademisyen Hasan Aydın’ın değerlendirmelerini aktaran Helvacıoğlu, Gazâli’yi eleştiren İbni Rüşd’ün sistem içi bir düşünür olduğunu, hâkim paradigmanın içinde yer aldığını belirtiyor. Helvacıoğlu’na göre İbni Rüşd “hâkim sistemin koyu karanlığı içinde ‘aydınlık bir alan, bir özgürlük alanı’ açmaya çalışmaktadır; yani reformcudur. Bu özgürlüğü de ezilen halk için değil, kendisi için (felsefe ve felsefeciler için) talep etmektedir.” Filozofların tezleri ile siyaset ve halk arasındaki ilişkinin bu kadar keskin bir şekilde ayrılabileceğini savunulan tezlerin halkın çıkarları ile sınanmasının, bu şekilde kategorize edilebileceğini sanmıyorum. Şöyle sürdürüyor Helvacıoğlu: “İbni Rüşd halkçı değildir; tam tersine seçkincidir. Hatta denebilir ki hakim İslam’ın has temsilcisi Gazâli, İbni Rüşd’e göre daha ‘halkçı’dır, halkla daha haşır neşirdir, çünkü onun halkı yönetilebilir kılmak diye bir derdi vardır. İbni Rüşd’ün halkın idare edilmesi için dinin işlevselliği ve gerekliliği konusunda hiç bir itirazı yoktur. O seçkinler için ‘felsefi/düşünce özgürlüğü’ istemektedir. Felsefe yapma ve düşünce etkinliği zaten ‘cahil halka’ göre değildir, bu etkinlik seçkinlere özgüdür; sıradan halka din yeter.”

FİLOZOFLARIN SEÇKİNCİLİĞİ

İlginç, üzerinde durmayı zorunlu kılan bir değerlendirme. Bir anda İdris Küçükömer’in tezleri ile karşılaşır gibi oluyor insan. “Sıradan halka din yeter” görüşünün bugün kimler tarafından savunulduğunu anımsayınca ister istemez Gazâli ile İbni Rüşd karşılaştırmasında bir tuhaflık buluyorsunuz. Felsefi çabanın halka ulaşmasında her zaman zorluk vardır. Öncelikle felsefi düşüncenin halka ulaşması, halk tarafından anlaşılması düşünürün kolaylıkla üstesinden gelebileceği ya da böyle bir amacı öne koyabileceği bir iş değildir. Etki daima dolaylıdır. Ama uzun bir süreyi ve süreci dikkate alırsanız, üretilen fikirlerin toplumsal bir destek bulduğunda maddi bir güce dönüştüğünü de görebilirsiniz. Kimi düşünürlerin bu açıdan şanslı oldukları da söylenebilir. Örneğin Hegel yaşadığı dönemde zamanının fikir dünyasını ve politikasını etkileme şansı bulmuştu. Marx ise bu anlamda bir filozof değil, gerçek bir eylem adamıydı ve teorisi ile eylemi iç içeydi.

Gazâli de yalnızca bir filozof değil, devrinin siyasetinde etkili bir yöneticiydi. İbni Rüşd’ün o tarihsel koşullarda görüşlerini halka ulaştırmasının önünde ise, (böyle bir çabası var mıydı bilmiyorum ama) zamanın siyasetini belirleyen Gazâli gibi engeller, dinin itiraz kabul etmez dogmaları vardı. İbni Rüşd ve diğerleri bu dogmaların etrafından dolanmak zorunda kaldılar.

Filozofları bir yana bırakalım ama aydınlarımız, siyasete yön veren ya da vermesi gerekenler için Helvacıoğlu’nun uyarıları ufuk açıcıdır. Devletin kutsallığı görüşünün -iktidar muhalefet hiç fark etmiyor- kabul gördüğü, devlet eleştirisinin hoş karşılanmadığı ve bu yaklaşımın halk tarafından benimsendiği de dikkate alınırsa günümüzde halkın çıkarlarını savunanların işi zordur. “Aydınlar felsefi ve bilimsel düşüncenin toplumsallaştırılmasının neferleri olmadıkça Gazâlilerle başa çıkmaya olanak yoktur.”

SİYASETİN ÇIKMAZ SOKAKLARı

Peki, bu nasıl başarılabilir? Başarılabilir mi? Türkiye’de siyaset iki önemli engelle karşı karşıya. Zorluğun iki nedeni var, birinci neden iktidarın kültürel birikimi yok etmeye, güdükleştirmeye, başta siyaset alanı olmak üzere düzeyi yerlerde süründürmeye, hurafeyi besleyerek tarikatlar aracılığı ile yönetmeye ağırlık vermeye dayanan politikasıdır. İlk ve orta eğitimin neredeyse sıfırlanması, önde gelen üniversitelerin içinin boşaltılması, içi boş üniversitelerin sayısının artırılması, rejimin gereksinim duyduğu “muti eleman” yetiştirmeye ağırlık verilmesi, imam hatip okullarının tüm eğitim sistemini kaplaması, itirazların baskıyla susturulması bu kapsamdadır; epeyce mesafe aldıklarını unutmamakta da yarar var.

İkinci neden muhalefetin, kendini “kadim devlet”, “devlet ana ya da baba” yaklaşımından kurtaramaması, iktidarın kolayca yönlendirebildiği kimi konuları da “milli konularda muhalefet olmaz” anlayışıyla kolaycılığına ya da konformizmine gerekçe yapmasıdır. Bir dönem liberallerin ustaca kullandığı, iktidar partisi ve FETÖ’cülerin suret-i haktan görünen “devletçiliğe, vesayet politikalarına karşı çıkma” tuzakları da bu tür anlayışı besledi. Gazâli’nin halkçı, İbni Rüşd’ün seçkinci sayılmasının ya da olmasının, bir anlamda Küçükömer tezlerinin güncellenmesinin yanlış anlaşılmaya yol açabileceğini, bu türden bir yaklaşımın anamuhalefetin “halk sağdadır, halkı kazanmak için sağa gitmek gerek” stratejisini pekiştireceğini de görmek yerinde olmaz mı?

***

Şimdi neredeyiz? Cehaletin kutsandığı, Abdülhamit’in dördüncü kuşaktan torununun ‘şehzade’ diye sokaklarda dolaştırıldığı zamanlardayız. Kamuoyu yoklamalarına göre halkın güvenini yitiren iktidar partisi ve ortağının sertleşmekten medet umduğu anlaşılıyor. Başarı şansı var mı? Neden olmasın. Siyaset güçlerin dizilişine, nesnel koşullara, siyasetin öznelerinin çabalarına, doğru strateji izlemelerine bağlı olarak şekillenir. Pandemi nedeniyle daha da koyulaşan ekonomik bunalımın, artan yoksulluğun, yükselen işsizliğin, esnaf kesiminde artan kepenk kapatmaların ve iflasların kendiliğinden sonuç doğuracağını; muhalefete iktidar yolunu açacağını düşünmek; kısacası, “belli oldu gidiyorlar” demek yanıltıcıdır.

Bir yere gittikleri yoktur. Tam tersine gitmemek için ellerinden geleni yapıyorlar, yapacaklar; mesele gelmek isteyenlerin nasıl geleceklerini bilemiyor olmalarıdır. Kimileri hâlâ parlamenter bir sistemin var olduğunu sanıyor; ‘Partili Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin meşruiyeti üzerinde kafa yormayan, bu sistemin yasal ya da de facto yaptıkları, yapabilecekleri üzerinde çalışmayan muhalefet bir hayal kırıklığı ile karşılaşabilir.

Muhalefet sistemin sınırlarını zorlamadan rejimi değiştiremez. Muhalefeti zorlayabilecek tek güç ise birlikte davranmayı başarabilirse sosyalist soldur. Gerisi boştur.